28 Mayıs 2012 Pazartesi

TÜRKÇENİN SORUNLARI : DİL KARMAŞASI, İKİDİLLİLİK, YURTDIŞINDA DİLİMİZ

                                                                 
« Mesihi gökten insen sana yer yok
Yürü var gel Araptan ya Acemden”
                                                                                                      Mesihi, 15. yy.
     Türkçe, kendi serüveni içinde, birçok güçlükle ya da engelle yüz yüze gelmesine karşın, ayakta kalmasını becerebilmiş ilginç dünya dillerinden biridir. Tarih boyunca; Çin, Pers, Arap, Bizans, Fransız, 1946’lardan sonra da, İngiliz dili ve uygarlıklarının baskın gücü karşısında var olma savaşımını sürdürebilmiş, birtakım sorunları olsa da, bugün, bir ulusun eğitim, bilim, yazın ve iletişim dili olmasının yanı sıra, UNESCO verilerine göre, dünyada en çok konuşulan yedinci dil olma konumunu koruyabilmiştir.
     Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Arapça ve Farsçanın etkisiyle geriye itilen, büyük ölçüde kendisine yabancılaştırılan Türkçe; Cumhuriyet ve Türk Devrimi hareketiyle birlikte yeniden derlenip toparlanmış, “karşı devrim” sürecinde gelişimi yavaşlatılmış, 1971 ve 1980 askeri darbeleri sırasında da, sözcükleri yasaklanarak, önemli yaralar almıştır.
     1924’te yürürlüğe sokulan « Öğretim Birliği » dizgesinin bozulmasıyla, yabancı dille öğretim, özel okullardan sonra kamu okullarında da yaygınlaştırılarak, birtakım kamu kurumlarında, ne olduğu belirsiz melez bir dil oluşturulmuş, konuşucuların birbirini anlamadığı ya da sözcüklere ve kavramlara değişik anlamlar yüklendiği için eksik anladığı, bir tür “yeni Osmanlıca” yaratılarak, toplum düzeni altüst edilmiştir. 
      12 Eylül 1980 sonrasında, Türk Dil Kurumu’nun yapısının değiştirilmesiyle, birtakım sözcükler “günahkar” ya da “tehlikeli” sayılarak yasaklanmasının ötesinde, yerleşik yazım kuralları “arapsaçına” dönüştürülmüş, hiçbir dilbilim ya da sözlükbilim ilkeleriyle bağdaşmayan yeni sözlükler oluşturulmuş, özellikle bilimsel ve teknik alanlarda yaşanan onca soruna, bir de “yazsım sorunu” eklenmiştir.  
     Darbelerin açtıkları yaraları onarmak üzere; gerçek yurtseverlerin, aydınların, ulusal bağımsızlıktan yana olan yazarların, çizerlerin, öğretmenlerin, dilsever yurttaşların dayanışmasıyla yeni örgütlenmelere gidilmiş, önemli yayınlar yapılmış, kamuoyu duyarlılığı canlı tutulmaya çalışılmış, birçok eksikliğine ve yetersizliğine karşın, güzel Türkçemiz birçok engelin üstesinden gelmeyi başarmış, en azından şimdilik, bir ulusun yazın, eğitim, bilim, sanat ve iletişim dili olma başarısını gösterebilmiştir.
      Konunun ayrıntılarına inmeden önce, birbirlerinden bağımsız görünseler de, ülkenin sorunlarının bir bütün olduğunu, olay ve olguları bu bütünlük içinde ele alıp incelemenin daha doğru olacağı kanısını yinelemek istiyorum.

 Nedir Türkçenin sorunları ? Bu sorunların üstesinden nasıl gelebiliriz?

      1. Profesör Doğan Kuban, « dil sorunu en duru kimlik sorunudur » diyor bir konuşmasında(1). Bu saptama, hem bireysel hem de toplumsal kimliklerimiz için de geçerli olsa gerek. Nereye gidiyoruz, nasıl bir yaşamdan yanayız, nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz sorularının yanıtlarıyla yakından ilintili dil sorununa bakışımız. Çünkü dil; tek tek bireylerin ve o bireylerin oluşturduğu toplumun aynası, aynı zamanda ruhu olmasının ötesinde, onurlu bir yaşamın da temel dayanağı. Onunla kendimize, çevremize, dünyaya ve evrene daha sağlıklı bakıyor; onunla duyuyor, düşünüyor, algılıyor, alımlıyor, onun yardımıyla ekin tarlamızı daha verimli ekip biçiyoruz. Dünyanın neresine gidersek gidelim, ne iş tutarsak tutalım, karnımız nerede doyarsa doysun, Albert Camus’nün anlatımıyla « asıl yurdumuz anadilimizdir ». Kişiler için, « konuş, kim olduğunu söyleyeyim » atasözünde anlatılmak istendiği gibi, bir toplumu incelerken, o toplumla ilgili en sağlıklı verilerin dilde saklı olduğunu görürüz. Bu nedenle, yurttaş olarak Türk insanının ve ulus olarak Türk toplumunun dünya ulusları arasında nerede durduğunu, bundan böyle ne yana yöneleceğini, Türkçenin konumu ve durumu belirleyecektir. Unutmamak gerekir ki, dil kendi kendine değil, onu konuşanların çabasıyla gelişir, biçimlenir, konumlanır, varlığını sürdürür. Dolayısıyla, dil sorunu, ister bireysel ister toplumsal olsun, her şeyden önce, bir kimlik sorunu, daha de ötesi, bir var olma-yok olma sorunudur..
      2. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde, onun koruması ve eylemliliğiyle başlatılan ulus-devleti yaratma, halkla bütünleşme, ekonomik ve toplumsal kalkınma sürecini başlatma, Cumhuriyet devrimlerini halka götürme, laiklik kavramını yerli yerine oturtma, okuma-yazma seferberliğinin tüm toplum katmanlarında başarıya ulaşmasını sağlama, öğretim-eğitimi her düzeyde yaygınlaştırma, öncelikle ve büyük ölçüde, halkın anlayacağı ortak dille gerçekleştirilebilecekti. Türkçe gibi sesçil bir dilin yapısıyla bağdaşmayan, özellikle yazı dilinde büyük sorunlar yaratan Arap abecesi bırakılarak, Latin kökenli seslerin; yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan yeni bir abeceye dönüştürülmesi (1928), bu yolda atılmış en önemli adımdı. Ancak, yazı dilinde kullanılan Türkçe sözcük oranı üçte bir düzeyinde bile değildi. İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün dil bilinci ve büyük çabasıyla kurulan Türk Dil Kurumu, hemen ardından gerçekleştirilen çalışmalar, Batı’daki aydınlanma süreçlerine koşut Türk aydınlanmasının temel taşlarıydı. Dil Devrimiyle Türkçe yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılacak, herkes okuduğunu-yazdığını, tapındığını anlayacak, yüzyıllardan beri, yönetenlerle halk arasında örülen duvar yıkılacak, çağdaş bir toplum olabilmenin önemli yollarından biri daha açılmış olacaktı. Atatürk’ün söylev ve demeçlerine baktığımızda, özgürleşmenin, bağımsızlaşmanın ve çağdaş bir toplum olmanın gizilgücünün bu ortak dilde yattığı vurgusunu görürüz. Sanılandan çok daha kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştirilen bu devrimler sayesinde, genç cumhuriyetin yüzü değişmiş, yıkımdan kurtarılan bir toplum, uluslaşma yönünde büyük kazanımlar elde etmişti.
     Türk Dil Kurumu’nun kurulduğu 1932 yılında, gazetelerde geçen sözcüklerin yalnız yüzde otuz üçü Türkçe iken, on yıl içinde iki katına çıkarılmış, karşı devrimcilerin tüm eleştirilerine ve engellemelerine karşın, Prof. Dr. Ömer Demircan ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri araştırmalara göre bu oran, 1980’li yıllarda, yüzde seksenlere ulaşmıştı. Arapça Kur’an’ın Türkçe çevirisinin yapılması, ezan ve ibadet dilinin büyük ölçüde Türkçeleştirilmesi (1933), « millet mektepleri » ve Halkevlerinin yurt genelinde yaygınlaştırılması (1932), Atatürk’ün ölümünden sonra eğitim bakanı olan Hasan-Ali Yücel döneminde, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde kurulan Tercüme Bürosu (1940) aracılığıyla beş yüzün üstünde dünya klasiğinin Türkçeye kazandırılması, Köy Enstitülerinin kurulmasıyla (1940), yalnız okul çağındakiler değil, okuma-yazma bilmeyen herkesin, okuma-yazma seferberliğine katılmasının, eğitimin her düzeyde Türkçe yapılması ve diğer atılımlarla Türk Aydınlanması, büyük ölçüde başarıya ulaştırılmıştır. Unutmamak gerekir ki, tüm bunlar, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, toprakları ve İmparatorluk yönetimi emperyalist ülkelerin eline geçmiş, gırtlağına dek borca batmış, başkentini bile değiştirmek zorunda kalmış ; çok dinli, çok dilli, çok mezhepli, ortaçağcıl, teokratik bir imparatorluğun külleri üzerine kurulan bir  toplumda gerçekleştirilmiştir. Eğer bugün, içinde bulunduğumuz tüm zor koşullara karşın, kendi bölgemizde belli bir güç ve örneklik oluşturabiliyorsak, bunu, her şeyden önce, Bağımsızlık Savaşını başlatanlara, Cumhuriyet’i kuranlara ve ellerindeki dar olanaklara karşın Türk Aydınlanmasının kazanımlarına borçluyuz.
     * 3. Dil sorunuyla birlikte, içinde yaşadığımız sorunlar, işte bu aydınlanmacı bilinçten ya da bu bilince çok güvenmemizden kaynaklanıyor olsa gerek. Sıklıkla; « üzülme, takma kafana, boşver bir şey olmaz, karışma kimsenin etlisine sütlüsüne, sana dokunmayan yılan bin yaşasın, devlet malı deniz yemeyen domuz» türünden tekerlemeler, giderek yaşam biçimimize dönüştü.Karşılaştığımız her “rezalet” karşısında sustuk, ses çıkarmadık, tepki vermedik, kanıksadık ve “olur böyle şeyler” diyerek vurdum duymazlıktan, görüp görmezlikten geldik. Görmeyen, duymayan, konuşmayan üç maymun ya da Alman Nazizmi karşısında kendini saklamaya çalışan papaz gibi davrandık. Çevremizde, toplumumuzda, içinde yaşadığımız dünyada olup bitenler karşısında sustuk, sesimizi çıkarmadık. Sonunda, gele gele, geldiğimiz yere geldik. Öyleyse, yaşananların bilincinde olan her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının, kendi yaşam alanı içinde; evde, iş yerinde, sokakta, kurumda, kuruluşta, « bana ne » demeden, üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmesi, yurttaşlık görev ve sorunlarını  ertelememesi, bir başkasının omuzlarına yıkmaması, örgütlü bir biçimde yaşamın içinde yer alması kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü, yarın çok geç olabilir !...
      4. İçinde yaşadığımız iletişim ve bildirişim çağında ; bilgi, bilim, teknoloji üretim ve tüketim araçları, insan davranışları ve toplumsal yapılar, çok hızlı biçimde değişmekte, bu değişime ayak uydurabilenler ayakta kalabilmekte, diğerleri çağın ve çağdaşlığın dışına itilmektedirler. Son 20-30 yılda, yaşanan değişimler, tüm insanlık tarihinin yaşadığı değişimleri ikiye katlayabilmekte, her değişimle birlikte türetilen on binlerce, yüz binlerce sözcük ve deyimlere, kendi dillerinde karşılık bulamayan toplumların dilleri ve ekinleri de, bunları üreten ülkelerin ve uygarlıkların egemenliği altına girmektedirler. Bu pencereden bakıldığında, ülke varlıklarını korumak, bunları çağın ve teknolojinin gereklerine uygun duruma getirmek, var olanlara yenilerini eklemek yerine, « liberal ekonomi » adına batan geminin mallarını çağrıştırırcasına, hepimizin ortak malı olan Cumhuriyet’in tüm kazanımlarını, yok pahasına yabancılara ve yerli işbirlikçilerine « babalar gibi » satmanın, Atatürk’ün kurduğu bağımsız Cumhuriyetle uzaktan ya da yakından hiçbir ilişkisinin olmaması gerekir.    
       5. Yabancı dil öğretimiyle yabancı dille öğretim, hep birbirine karıştırılmış, yabancı dil öğretimi-öğrenimindeki başarısızlık sorununa çözüm yabancı dille öğretimde aranmış, bu da olmayınca yurt dışından öğretmen getirtilmeye kalkınmıştır. Yıllardan beri yazılıp çizilmesine karşın, şu yalın gerçeği yöneticilerimiz bit türlü, anlamak istememektedirler: Herkese yabancı dil öğretmeye kalkışmak, hiç kimseye doğru dürüst yabancı dil öğretmemek demektir. Etkili bir yabancı dil öğretimi-öğrenimi, bu alanda güdülenmiş, gereksinim duyan, yetenekli öğretmen ve öğrenicilere, gerekli ortam ve altyapı olanaklarını sunmakla gerçekleşebilir ancak. Yıllardan beri, hazırlık sınıfları uygulamasıyla, yalnız yıllar değil, aynı zamanda çok önemli ülke kaynakları boşa harcanmış, bunun hesabını kimse sormamıştır. Üç-dört yılını hazırlık sınıflarında yitirip, yine de istenilen düzeyde, o dili kullanamayan milyonlarca öğrenciden söz ediyorum. Hem sonra, bütün öğrencilerimize yabancı dil öğrettiğimizi düşünelim. Ne olacak bunun sonu? Daha mı uygarlaşmış olacağız, daha mı kalkınmış sayılacağız? Bilim ve teknolojide daha mı ilerlemiş olacağız? Daha mı adam olacağız? Bir kez daha yinelemekte yarar var, böyle olsaydı, öncelikle sömürge devletler kurtulurlardı Orta Çağ karanlığından… Temel sorun, her düzeyde okulun işlevini yitirmesi, kimsenin okulda bir şey öğrenebileceğine inanmamasıdır. Olanağı olanlar, bu işi, bir ölçüde özel dershanelerle, özel okullarla ve özel derslerle çözmeye  çalışmakta, daha çok olanağı olanlar, çocuklarını yurtdışına göndermekte, ancak bunların,  gerçek anlamda ülke ve toplum kalkınmasına bir yararı dokunmamaktadır. OECD ve benzer kuruluşların (PISA, TIMSS, vb.) değerlendirmeleriyle, öğrencilerimiz, bu kuruluşlara üye ülkelerin öğrencileri arasında, en son sıralarda yer almışlardır.(2) İşin bir başka düşündürücü yanı da, ülke genelindeki 157 üniversitemiz olmasına karşın (şimdi daha mı çok yoksa?),  bilim ve teknoloji üretiminde sesimizin çıkmamasıdır… Hasan-Ali Yücel, 18.7.1960 tarihli bir yazısında, « Türk dil devriminin özü ; Türkçe düşünmek, Türkçe söyleyip Türkçe yazmaktır » dedikten sonra,  « Yoksa, bu da mı ağrımıza gidiyor ? » sorusunu soruyor ve ekliyor : «  Otuz yıldan beri ya içinde fiili, ya başında idari, yahut dışında gönüllü hizmetlerinde bulunduğum dil davası sahipsiz kalmıştır. Sert hareketlerle, kaybedilmiş zaman aralıklarını kapatmak zorunda kalan toplumların yaptığı devrimler, ancak devrim mantığıyla ve metoduyla yürütülebilir. Her türlü kudret sahipleri bu gibi hareketlere ve kurumlara sahip çıkmazsa, dört beş isteklinin çabaları köklü ve ağır basıcı bir netice verebilir mi ? Siyasi hizmet mevkiinde ve kudretinde olanlar, başta eğitim bakanları, kapısının önünden geçerken başlarını bile o tarafa çevirmezlerse ; zenginler, kendileri için bir gecede kazanıp kaybettikleri kumar parası kadarını olsun bağışlayıp mali veya para yardımında bulunmayı hatırlarından bile geçirmeyecek olurlarsa bundan daha fazlası beklenmemeli. »(3). Dolayısıyla, başta ülke ve üniversite yöneticileri olmak üzere, tüm ilgili kurum, kuruluş ve kişilerin, konu üzerinde düşünce üretmesi, dershaneler kapatılarak okulların gerçek işlevine döndürülmesi, öğretmen yetiştirme dizgesinin yeniden ele alınması, test sınavlarına dayalı ezberci eğitim anlayışından bir an önce uzaklaşılması, yabancı dille öğretime tüm okullarda son verilmesi, Türk Dil Kurumu’nun yeniden eski özerk konumuna getirilerek, Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu, üniversiteler, diğer ilgili özel ve kamu kurumlarının işbirliğiyle, Fransa ve benzer ülkelerde yapıldığı gibi, her alanda « terim kurullarının » kurulması, yeni bir başlangıç için kaçınılmaz görünmektedir. Böylece, bilimsel ve teknolojik girdilerle, her gün, yabancı dillerden dilimize dolan onlarca, yüzlerce sözcük ve deyime sınırda önlem alınmış olacak, göz göre göre dilimizin “işgal” edilmesine karşı konulacaktır. Konu, siyasal partilerin, ilgili kurum ve kuruluşların kısır çekişmelerinin ötesinde, ulusal bir devlet siyasası olarak ele alınmalı, aşiret anlayışlarının ötesinde, uygar bir tutumla, gerekli alanlarda işbirliği ve güç birliğine  gidilmelidir.
      6. İletişim araçları, cep telefonu ve internet iletileri, televizyon izlenceleri, sokaklar, iş yerleri, hastaneler, eczaneler, mahkemeler ve yabancı dilde öğretim-öğrenim yapan okullarda kullanılan karma dil bu süreci daha da karmaşıklaştırıyor. 1994 yılında, Hacettepe Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda, Ankara-Karun İş Merkezi’nde öğrencilerimle gerçekleştirdiğimiz bir sormacanın sonuçlarını, Öğretmen Dünyası Dergisi’nin « Yabancı Dille Öğretim » özel sayısında yayımlamış, koskoca işyerindeki dükkan adları içinde tek Türkçe ada rastlamayınca, ibret olsun diye, dergi kapağına bu adları yan yana dizip, altına da « Dilinize Eşekarısı Soksun » diye bir başlık atmıştık. İşin daha da ilginç yanı, bu adları koyanların büyük bir bölümü, bu yabancı sözcüklerin anlamalarını da bilmiyorlardı. Ne yazık ki bu tür aymazlıklar ve yabancılaşmalar  gecekondulara ve köylere dek ulaşmış, bize özgü « arabesk » bir « modernleşme » ya da « modernleştirme » olarak algılanmıştır. Toplum, kendi değerlerine ve aydınlanmacı değerlere yabancılaştırılırken, televizyon dizileri ve futbol karşılaşmalarıyla, her geçen gün biraz daha kendi gerçeklerinden uzaklaştırılarak sömürü çarkının içine atılmış, bu çark  büyüdükçe de, akıl ve bilimin yol göstericiliği yerine, daha kolay bir yoldan, öte dünya masallarıyla avutulan sadaka ve sürü toplumuna dönüştürülebiliyor. Bundan kurtulmanın yolu da, yine ortak aklın ve bilimin ışığında, yurttaşlık ödev ve sorumluluklarımızın bilincinde, örgütlü bir toplum anlayışıyla, sorunlarımıza çözüm aramaktır.
      7.Selçuklular döneminde başlayıp, Osmanlılar döneminde katmerleşen, yazın ve yönetim dilinin Türkçeden uzaklaştırılarak yaratılan ikilik, son dönemlerde yeniden hortlatılmak istenmekte, yalan yanlış, halkın anlayamadığı karma bir dille konuşma ; okumuşluğun, bilgiçliğin, devlet ya da bilim insanı olmanın, « entel takılmanın » göstergesi sayılır olmuştur.  Başta üniversitelerin dilbilim bölümleri olmak üzere, ilgili kurumların çabalarıyla, öncelikle televizyonlardaki dilde özensizlik, yanlış kullanım, yanlış vurgu-tonlama, yabancı sözcük kullanımının önüne geçebilecek birtakım önlemlerin alınması, en azından, her haber okuyan, değişik izlenceler düzenleyen kişilerin işe alımında, dil yönünden, bazı olmazsa olmaz, nitelikler aranmalıdır. Çünkü bir dil, onu konuşucularının ağzında güzel ve duyulmaya değerdir. Bu konuda da, ana-babalara, öğretmenlere, sıklıkla toplumun karşısına çıkan kişilere büyük sorumluluklar düşmektedir.
      8. Türkçenin bilim dili olmadığı, olamayacağı safsatasını da bir an önce bırakıp, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde olduğu, uygar toplumlarda görüldüğü gibi, var gücümüzle kendi dilimizi geliştirmek zorundayız. Dilbilimsel bir yaklaşımla,  her dil, her olayı ve olguyu açıklamaya yetkindir, bir dildeki yetersizlik, dilin kendisinden değil, onu konuşanların tembelliklerinden ve yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Kendi dilimizin gelişim sürecinde de gördüğümüz, yaşadığımız gibi, konuşma dili bilim ve yazın dilini, bilim ve yazın dili de konuşma dilini geliştirecek, varsıllaştıracaktır. Yine her dilde olduğu gibi, bizim dilimizde de , türetilen her yeni sözcük ya da terim, başlangıçta yadırgansa, « uyduruk » sayılsa da, kullanıla kullanıla, anlam yükü ve anlam alanıyla donanacak, kısa süre içinde, söz ve kavram dağarcığımıza eklenecektir. Dönüp baktığımızda, başlangıçta yadırgadığımız, ancak bugün hem konuşma dilinde, hem de yazı dilinde kullandığımız binlerce, on binlerce örnekle karşılaşırız. Türkçenin yapısı, her yönden, bu gelişmeye uygun, işlek bir dildir. Yeter ki, ona gereken özeni ve önemi verebilelim.
      9. Öğretim-eğitim dizgemizdeki çarpıklıklara koşut olarak, öğretmen yetiştirme ve Türkçe öğretimi- öğrenimi konularında da büyük çarpıklıklar yaşanmakta, uygulamalı dilbilim ve öğretbilimdeki bunca gelişmelere karşın, öğrencilerimize, bir dilin temel becerilerine yönelik edinç ve edimler kazandırmak yerine, halen daha, betimlemeli dilbilgisine dayalı, test sınavlarındaki soruları yanıtlamaların ötesinde, hiçbir şeye yaramayan ezber bilgiler vermeyi sürdürmekteyiz. Bunun sonucu olarak, kentlerdeki eğitim müdürlüklerinin önünde,  öğretmenlerin dilekçelerini yazmak için « arzuhalciler » beklemekte, hiç kitap okumadan Türkçe bölümünü bitirmiş olmakla övünen « kitapsız » öğretmenler, birtakım « risalelerle » okullarımızın her düzeyinde « kutsal » görevlerini « icra » eder olmuşlardır…Öğretmen yetiştirme dizgemiz, üniversitelerden başlayarak, hem örgün, hem de hizmet içi eğitimde yeniden ele alınmalı, geçmişimizdeki deneyimlerden yararlanarak, tolumun ve çağın gereksinimlerine uygun bir öğretmen yetiştirme dizgesinin koşulları ve ilkeleri yaratılmalıdır.     
      Sonuç olarak, birtakım yasal ve kurumsal önlemlerin dışında, dil sevgisi ve duyarlılığının, ülke sevgisi ve duyarlılığıyla, hatta kendimizi sevip sevmediğimizle yakından ilintili olduğunu bilmek, buna uygun tutum ve davranışlar geliştirmek durumundayız. Bunu başarabilmek, sözde değil, en az onun kadar iş ve eylemde karşılık bulmak zorundadır. Elbette, en büyük  görev ve sorumluluk payı yönetenlerdedir. Ancak, Nazım Hikmet’in o güzelim şiirinde söylendiği gibi, “senin de payın büyük, canım kardeşim”....

      Dil Karmaşası
                              “Türk diline kimseler bakmaz idi
                                 Türklere her giz gönül akmaz idi”
                                                                                      Aşık Paşa, 14. yy.
      Konu ya da olgu yeni değil elbette. Göçebe toplumların, yerleşik düzene daha önce geçip ekin birikimini belli bir aşamaya taşımış toplumlardan, şu ya da bu biçimde etkilenmeleri kaçınılmaz olmuştur. Örneğin, XI. Yüzyılda, Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı sözlüğünü yazma nedenlerinden birinin de; “Arapça, Farsça karşısında Türkçeyi savunmak, Türkçenin de güçlü olduğunu” kanıtlamak, bu uygarlıklar karşısında var olma savaşımı vermek ve ayakta kalmak düşüncesi değil mi?
      Her dilde, belli oranlarda, o dilin yapısını, söz varlığını bozmayacak ölçüde ödünçleme yoluyla alınan sözcüklere rastlamak olasıdır. Oysa Osmanlıca, Türkçenin gelişimini engelleyen, nerdeyse varlığına son veren tam bir “dilsel karmaşa” örneğidir. Bu durumu Tahsin Yücel şöyle açıklıyor: “Dil devrimini yanlış yorumlayanların başlıca yanılma nedenlerinden biri de Osmanlıcayı “eskil” bir dil gibi düşünmeleridir. Oysa bu dil “eskil” dillere hiç mi hiç benzemez: konuşulmuş ya da yazılmış, konuşulan ya da yazılan herhangi bir dilin eski bir evresine bağlanmak şöyle dursun, yüzyıllar içinde, ulusumuzun anadiliyle hiçbir akrabalığı, hiçbir yakınlığı bulunmayan iki yabancı dilden; Arapçayla Farsçadan yola çıkılarak oluşturulur, anadilin sözdizimi üzerine, gittikçe artan bir oranda, bu iki dilin sözcükleri aşılanır. Bu sözcük alımının geçerli bir nedeni de yoktur, anadilin boşluklarını yabancı öğelerle doldurmak bile söz konusu değildir; halkın konuştuğu dilin sözcüklerinin, bu arada dilbilimsel biçimlerinin, köklerinin ve eklerinin yerine bu iki dilin birimleri getirilir. Üstelik, bu aykırı tutum yüzyıllar boyunca, kesintisiz bir biçimde sürüp gider. Böylece, ister istemez, Türkçe sözcüklerin gittikçe enderleştiği, gittikçe daha zor tanındığı ve sonunda Türkçeden çok Arapça ve Acemce sesi vermeye başladığı aykırı bir yazı diline ya da, isterseniz, iki kez melez bir dile, bir tür tersine piding’e ulaşılır. Bu tuhaf dilin Türklerin tarihinde belirli bir yeri bulunduğu kuşku götürmez, ama  Türkçenin bir evresini oluşturmadığını da önemle vurgulamak gerekir.
      Türk toplumunun tümü ya da büyük bir çoğunluğu Osmanlıcayı benimsemiş, anlamış ve konuşmuş olsaydı, bir ölçüde böyle bir şeyden söz edilebilirdi. Ne var ki, konuşulan bir dil değildir; üstelik, bir tür güç, bilgi ve incelik simgesi olan bu yazı dilini elinde tutan iktidarın onu uyruklarına öğretmek gibi de bir kaygısı yoktur. Bu kez, başka nice  iktidarlar gibi o eskil ya da halkın dilinden ayrı bir dil kullanımını bir üstünlük belirtisi, bir ayrıcalık olarak görür. Sonra, bilindiği gibi, Osmanlılar güçleri arttığı ölçüde kendi halklarından kopar, yüksek görevlilerini fethettikleri ülkelerin uyrukları arasından seçer. “Osmanlı” değil de “Türk” olarak nitelenmeyi bile bir aşağılanma sayarlar. Kısacası, Osmanlı yazı dili iktidarın bir ayrıcalığı olarak kalır, ayrıcalıklı dilden konuşma diline birtakım sızmalar olsa da bu olgu daha çok başkent ve çevresinde gerçekleşir: kimi yazınsal, hukuksal, yönetsel terimler günlük dile geçer ve Türkçe karşılıkları yerine Arapça ve acemce sözcükler kullanmak olumlu bir etki uyandırır. Ama merkezden uzaklaştıkça bu eğilim azalır, yapay yazı dilinin konuşma dili üzerinde görece de olsa bir etkisi bulunduğu yadsınmasa bile, Osmanlıcanın başkentte de herhangi bir dönemde konuşulan bir dil konumuna erişmiş olduğunu söylemek zordur. Bu bakımdan, gölge tiyatromuzun başlıca iki kişisini: yerli yersiz konuştuğu Osmanlıcayı simgeleştiren Hacivat’la bu fazla bilgiç ve fazla karmaşık dil karşısında sürekli başkaldıran halk adamı Karagöz arasındaki indirgenmez karşıtlığı vurgulamak gerekir. İki dilin her birinin ayrı bir ekini taşıması bu karşıtlığa daha bir gerçeklik kazandırır. Böylece, Osmanlıca yazılmış büyük yapıtlar hiçbir zaman ortak bir ölçüt durumuna gelmezken, konuşulan, ama aynı zamanda ve her şeye karşın bir ekin dili olan Türkçe, bu konuma Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan, vb. gibi halk sanatçılarının katkılarıyla oldukça kolay erişir. Demek ki, bir kez daha, iç çağrıları da, kullanıcıları da birbirinden farklı, birbirine karşıt iki ayrı dil söz konusudur.”(4)
      İşin acı yanı, Cumhuriyet’le birlikte, özellikle 1928-1946 arası, büyük ölçüde, bu dil ve ekin karmaşasından kurtulmuşken,  daha sonra başlatılan karşı-devrim sürecinde, yukarıda belirtilen benzer bir tutumla, dil karmaşası sürecine yeniden girilmiş; 1940’lı, 1950’li, 1960’lı, hatta 1970’li yıllarda, birkaç okul dışında, Türkçe öğretim yapılırken, 1980 darbesi sonrasında açılan her düzeydeki özel okulda İngilizce öğretime başlanmış, yine İngilizce öğretim yapan Anadolu Liseleri ilçelere dek yaygınlaştırılmış, yıllardan beri Türkçe öğretim yapan kamu üniversiteleri bile, “daha nitelikli eğitim” kandırmacasıyla,  küreselleşmenin ve katmerli sömürünün dili sayılan İngilizce ile öğretim yaptıklarını ileri sürerek “hormonlu” öğrencileri kendi bünyelerinde toplamışlardır. Konuşan Türk, dinleyen Türk, yaşamın her alanında konuşulan dil Türkçe, çok zor koşullarda bağımsızlığına kavuşturulan ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti, ancak “seçkin” okullarının hepsinde öğretimin dili İngilizce, diğerlerinde ise, sömürge ülkelerde olduğu gibi, ne olduğu belirsiz, “olmasa da olur” anlayışıyla sürdürülmek istenen göstermelik, daha doğrusu “kandırmalık” bir öğretim-eğitim anlayışı.   
      Büyülü kutu televizyonlar başta olmak üzere, internet ve cep telefonu iletilerinde, evde, okulda, ders ödevlerinde, sınav kağıtlarında, sokakta, iş yerinde, çarşıda ve pazarda; tam bir dil ve bilinç bulanıklığı, ilerici-gerici, az Müslüman-çok Müslüman, kutsal dil-kutsal olmayan dil, yaşayan dil-uyduruk dil, eski Osmanlılık-yeni Osmanlılık, Kemalizm-Kemalizm karşıtlığı, laiklik-laiklik karşıtlığı, gibi konularda, Deli Dumrul öykülerini aratmayacak, “kim kime, dumduma” bir kavram kargaşalığı yaşamın her alanında sürüp gitmektedir. Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan, yetkili yetkisiz çok sayıda konuşucu ve yazıcı; istediği yaklaşımla, istediği sözcüklere ve kavramlara, istediği anlamlar yükleyerek konuşmakta ve yazmakta: okuyan-okumayan, dinleyen-dinlemeyen gören, seyreden-seyretmeyen büyük kalabalıkları şaşkına çevirmektedirler.... Son dönemlerde, en “muğlak” anlatımlarla, nerdeyse her gün; “demokrasi”, “ileri-geri demokrasi”, “laiklik”, “insan hakları”, “türban takıp takmama”, “demokratik özerklik”, “anadil”, “anadili”, “ananın dili”, “ikidillilik”, “ulus dili”, “bölgesel diller”, “azınlık dilleri”, “anadili öğretimi”, “ananın dilinin öğretimi”, anadilinde öğretim”, “anadilde eğitim”,  “anadilinde savunma”, vb. kavramları  sakız gibi çiğnenmekte, günlük siyasetlere, bireysel ya da kümesel çıkarlara araç kılınmaktadır. Bu arada da, temel sorunlar gözden kaçırılmakta, sömürü çarkı en acımasız bir biçimde halkları birbirine düşürmekte, ölümlerden ölüm beğenme canavarlığına sürüklemektedir. Kimin umurunda;  ödemeler dengesi, dış borçlar, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, özelleştirmeler, işsizlik, “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” anlayışı, sansür, polis baskınları, gözaltılar, tutuklamalar, medreseleştirilip susturulan üniversiteler, telefon dinlemeleri, gizli görüntüler, özel yaşamın kutsallığı, evrensel hak ve özgürlükler, yaşama sevinci?...

      İkidillilik Kavramı

      İkidillilik (bilinguisme) kavramının sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek oldukça zor görünmektedir. En kestirme yoldan ikidilliliği, “iki ayrı dilde iletişim kurabilme becerisi” olarak tanımlanabiliriz. Fransızca Larousse’da (2009) , ikidillilik: “Bir birey ya da topluluğun iki dil kullanma niteliği”, Türkçe Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde ise, “Bir kişinin iki dili birbirine yakın derecede bilmesi veya bir toplumda iki dilin yaygın bir kısıtlama, engel, baskı olmadan kullanılması durumları”(6) diye tanımlanmaktadır.
      Kavramın, diğer birçok dilsel kavram gibi, dilbilimsel, ruhdilbilimsel, toplumdilbilimsel, vb. yanlarına girmeden, ikidilliliğe en somut örnek olarak; Bürüksel’de, günlük yaşantıda kullanılan Fransızca ve Flamancanın ya da Kanada’nın Kebek bölgesinde kullanılan Fransızca ile İngilizcenin durumunu gösterebiliriz. Ülkemizde ise, resmi yazışmalarda kullanılmamakla birlikte Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Boşnakça, Hemşince, Arapça, vb. dillerini, günlük yaşamlarında, Türkçe ile birlikte kullanan kişi ya da bölgeler bu duruma örnek oluşturabilirler. Ancak, burada, sıklıkla birbirine karıştırılan, basın yayın organlarında da öyle  sunulan, konuyla ilintili birtakım kavramlara da açıklık getirmek gerekmektedir. Bunlar sırasıyla:
Anadil (langue mere): Akraba dillerin türediği kaynak dil.
Anadili (langue maternelle): Çocuğun ilk öğrendiği; dünyayı, toplumu ve kendisini tanıdığı, içinde yaşadığı topluluktan edindiği dil.
Ananın dili (langue de la mere): Çocuğun anasının konuştuğu dil.
Ortak dil (langue commune): Belli bir coğrafyada yayılmış dil, lehçe ve ağızlar arasında ortaklaşa kullanılan iletişim dili.
Ulusal dil, resmi dil, devlet dili (langue nationale, langue officielle, langue d’Etat) : Bir devletin egemenlik alanında tanındığı, kullandığı dildir. Buna ulusal dili, resmi dil ya da  devlet dili de diyebiliriz.
Bölgesel dil(ler) : Bir ulusun egemenlik sınırları içinde, ortak dili dışında, değişik bölgelerde konuşulan dil(ler).
Bu tanımlardan yola çıkarak, sıklıkla birbirinin yerine kullanılan anadil ve anadili kavramları aynı şeyler olmadığı gibi, ananın dili de bunlardan ayrı bir durumu açıklamaktadır. Örneklersek; Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce çok farklı anadil ailelerinden gelmektedirler. Fransızcanın, İtalyancanın, İspanyolcanın, Portekizcenin, Rumencenin anadil’i Latinceyse, Türkçenin de anadil’i de, diğer yakın akraba dillerle birlikte Altayca olabilir. Anadili’ne gelince, bu ne anadildir, ne de ananın dili. Örneğin, bir Türk ya da Kürt ana-babadan olup, Fransa’da, Almanya’da ya da bir başka ülkede dünyaya gelen, içinde yaşadığı toplumu, doğayı, evreni ve kendisini bu ülkenin dili aracılığıyla tanıyan, algılayan, ekinini, duygu ve düşüncelerini bu dille geliştiren çocuğun ya da kişinin anadili, artık Türkçe ya da Kürtçe değil, hangi dilde  “kültürlenmişse” o dil olacaktır. Bu durum, ülke içinde de geçerlidir. Artvinli bir Gürcü, Laz, Hemşin ana-babadan olan bir çocuk, Türkiye’nin bir başka yerinde büyümüş, dilsel gelişimini Türkçe aracılığıyla sağlamışsa, onun anadili de, artık Türkçe olmuştur. Bu durum, Kürt çocukları için de geçerlidir, Arap, Çerkez, Boşnak, vb. çocukları için de.
      Dolayısıyla, bugünkü koşullar içinde, tüm Türkiye’de ulusal dil, devlet dili ya da resmi dil Türkçedir. Tarihsel ve toplumsal gerçeklikler ve olgular çerçevesinde; Fransa, ABD, İngiltere, İtalya ya da birçok başka ülkede olduğu gibi, Cumhuriyet böyle kurulduğu, bugüne dek böyle geliştiği için bu olguyu böyle kabul etmek zorundayız. Eğer ulusal sınırlar içinde, yurttaşlık temeli üzerinde, gerçekten birlikte yaşamayı istiyorsak, bu durumun, şimdiye dek olduğu gibi, bundan bundan sonra da, böyle sürüp gitmesi kaçınılmazdır. Anadilinin kullanımı ve her yönden geliştirilmesi, ulus devlet yaratma sürecindeki her devlette olduğu gibi, ülkemizde de, insan hakları ve demokrasiyle bağdaşmayan birtakım sıkıntılara ve saçmalıklara neden olmuş olsa da, bugün gelinen noktada, tüm diğer hak ve özgürlüklerin önündeki engeller gibi, bu tür çağdışı yasaklamaların kaldırılması çabası, bu değerlere inanan herkesin boynunun borcudur. Ancak, ister Kürtçe, ister Arapça, ister Lazca ya da bir başka dili kullanma, öğrenme, öğretme, geliştirme özgürlüğüyle, herkesin istediği dilde eğitim yapma özgürlüğünün birbirine karıştırmaması gerekmektedir: Aynı ülkede yaşayıp, aynı pazarı kullanan, aynı eğitimden geçip, aynı kurumlardan mezun olan, aynı işyerlerinde eşit koşullarda çalışan, çalışacak olan bireylerin, her türlü hak ve özgürlüklerden eşit bir biçimde yaralanabilmelerinin başka bir yolu olamasa gerekir. Üstelik bu durum, konuşulduğu ya da savunulduğu gibi kolay değil, tam aksine, altından kalkılması olanaksız sorunları beraberinde getirecek, her şeyi altüst edecektir…

      Yurtdışında Türkçe

       A.Yurtdışında Türkçe Öğretimi-Öğrenimi

      Her çocuk, kendi anadilini, çevresinden duyarak, duyduklarını algılamaya çalışarak,      yineleyerek, taklit ederek, uyarılarak edinir. İkinci dil ya da yancı dil ise, anadiline koşut ya da anadilini öğrendikten sonra, yakın çevrede, okulda ya da başka bir ortamda, kişinin değişik amaç ve gereksinimlerini karşılamak için öğrendiği dildir.
      Genelde, nasıl birey sağlıklı bir iletişim kurarak, başarılı ve mutlu olabiliyorsa; tersine bir durumda da içine kapalı, suskun, güvensiz, başarısız, saldırgan ve mutsuz olabilmektedir. Kanımca, eğitim ve iletişim araçlarından da kaynaklanan olumsuzluklarla, çağımız gençliğinin yaşadığı temel sorunlarda biri de bu olsa gerek: Sağlıklı iletişim kuramamak. Buna, özellikle yurtdışındaki çocuklarımız ve gençlerimiz için, bir başka sorun da eklemek durumundayız: “ Yarım dillilik”, hiçbir dilde gereğince kendini ifade edememe ya da yarım ifade etme durumu. Bu durumu, 1989 yılında, Fransa’nın Nancy kenti yakınlarındaki bir yaz okulunda gerçekleştirdiğim sormaca sonuçlarından da biliyorum: 10-18 yaş arasındaki Türk öğrencilerine Fransızca ve Türkçe yazdırdığım soruları ve bu sorulara verdikleri yanıtları; büyük ölçüde, ne anlışılır bir Türkçeyle, ne de anlaşılır bir Fransızcayla yazabilmişlerdi. Karşı karşıya kaldıkları dilsel ve toplumsal karmaşa yetmiyormuş gibi, başlarındaki imam efendi, günde beş kez namaz kıldırmakta, zamanın geri kalan bölümlerinde Arapça Kur’an dilini ezberletmeye çalışmakta, birlikte yaşadıkları  “gavurlara” İslam dinini nasıl aşılayacaklarını öğretmekteydi…
      Dolayısıyla, yarım dilli ve şaşkın bu çocukların  mutlu olduklarını, içinde yaşadıkları toplumla ve kendileriyle barışık olduklarını söyleyebilmek oldukça zor olsa gerek.
      Ayrıntılarına girmeden, temel sorunları şöyle sıralayabiliriz:
  1. Türk Hükümeti ve göçmen işçi alan hükümetlerin konuya ilişkin, belli bir siyasetlerinin olmayışı;
  2. Genelde ana-babaların çocuklarının öğretimi-öğrenimi konusunda yetersizlikleri ve kayıtsızlıkları;
  3. Yurtdışına gönderilen Türk öğretmenlerin yanlış seçimi, yetersizlikleri ve kayıtsızlıkları;
  4. 167 üniversitemiz olmasına, yurtdışında milyonlarca çocuğumuz bulunmasına karşın, halen daha, üniversitelerimizde “Yabancı Dil Türkçenin Öğretimi”, “İkinci Dil Türkçenin Öğretimi” bölümleri ya da anabilim dallarının bulunmayışı;
  5. Çocukları gittiği okulların yeterli örgütlenmeden ve destekten yoksun olmaları;
  6. Yurtdışındaki Türk örgütlenmelerinin yanlış yönelimleri ve yetersizlikleri;
  7. Uygulamalı dilbilim ve öğretbilim ilkelerine uygun hazırlanmış ders kitapları ve araç-gereçlerinin yetersizliği;
  8. Türkçe öğretimi yöntem ve tekniklerindeki yanlışlıklar;
  9. Haftalık Türkçe ders saatlerinin yetersizliği;
  10. Bu derslerin sevdirilememesi ve birçok öğrenci tarafından “angarya” olarak görülmesi;
  11. İçinde yaşanılan topluma uyum ya da uyumsuzluk konusunda yaşanan kararsızlıkların, öteden beri  sürüp gitmesi;
  12. Toplumsal yapımızda var olan örgütsüzlük, vurdumduymazlık, bananecilik gibi tutum ve davranışları, gittiğimiz toplumlara da taşımamız, eleştiri ve özeleştiriden yoksun oluşumuz;
  13. Her konuda olduğu gibi bu konuda da, sorun çözme yerine, siyasal ve dinsel tercihlerin öncelikli olması;
      
             B. Yurtdışında Türkçe

      Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) nün değişik değerlendirmelerine göre Türkçe, dünyada en çok konuşulan 5. ya da 7. dildir. Ünlü-ünsüz uyumuna dayalı sesçil özelliği ağır basan, uzun bir şiir geleneği olan, dilbilim açısından önemli araştırmalara kaynaklık eden, duyanlarda güzel duygular uyandıran Türkçemizin, yurtdışında  yeteri kadar tanındığını, Türkçe üzerine yeterli çalışmalar yaptığımızı, Türkçeden başka dillere yönelik yeteri kadar şiir, roman, öykü, vb. çevirisi yapıldığını söylemek oldukça zordur. Hele bunu, Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla karşılaştırmak hiç olası değildir. Bireysel çabaların dışında, hükümetler ya da devlet düzeyinde olması gereken her türlü örgütlenmeden de yoksun olduğumuzu söyleyebiliriz. Buna karşın, Nazım Hikmet başta olmak üzere, birtakım yazarlarımızın yurtdışında tanınması, bazılarının yabancı dil bilmelerinden kaynaklanan bireysel ilişkileri, Fransa’da Türk Mevsimi, Frankfurt Kitap Fuarı gibi etkinliklerle sağlanan tanıtımlar, şimdilerde yurtdışında yaşayan bazı Türklerin kurdukları yayınevleri sayesinde gerçekleştirilen yayınlar, dernek ve kuruluşların bu tanıtıma yaptıkları katkılar,vb. bu konuda sayılabilecek olumlu ve umut verici gelişmelerdir. Umalım ve dileyelim ki, belli bir dizge ve işbirliği içinde Türk dili ve yazını, değer olduğu yere ulaşabilsin…

      Sonuç Yerine

      Dile ilişkin konular ve sorunlar; insan ve toplum boyutunca geniş, karmaşık ve çeşitli.  Buradaki değinmeler, biraz da güncelle ilgili tartışmalar. Bir dilin temel işlevleri arasında saylan iletişim kurmanın, ekin köprüsü oluşturmanın, bireyin duygu ve düşüncelerini açıklamanın ötesinde, yeni olanları yaratmanın da aracı. Tarihsel ve toplumsal gelişmelere, siyasal erklere bağlı olarak varsıllaşan ya da  yoksullaşan dil ve diller, konuşucularının duyarlılıklarına, özenlerine, bilinçlerine ve üretimlerine bağlı olarak güzelleşmekte ya da çirkinleşmektedir.
      En değeli toplumsal varlığımız olan dilimizin, önümüzdeki yıllarda ve yüzyıllarda var olması, varlığını sürdürmesi bize, yani bu dili kullananlara bağlı. Bu bilinçle, hepinize saygılar sunarım.

Not:
Bu yazı Fransa Atatürkçü Düşünce Derneği ile Paris Anadolu Kültür Merkezi’nin 10 ve 11 Nisan 2011 tarihlerinde, Paris’te, ortaklaşa düzenledikleri konferanslardaki bir konuşmamdan uyarlanmıştır.

Alıntılar:

  1. Kuban, Doğan, “Dil Sorunu En Duru Kimlik Sorunudur”, Öğretmen Dünyası Dergisi, Ankara, Ocak 2011.
  2. Eşme, İsa, “18. Milli Eğitim Şurası ve Eğitim 2023 Vizyonu”, Öğretmen Dünyası Dergisi, Ankara, Aralık 2010.
  3. Yücel, Hasan-Ali, “Hürriyet gene Hürriyet”, Der: Canan Yücel Eronat, TC Kültür Bakanlığı Yay. Cilt II, s.891, Ankara, 1998.
  4. Yücel, Tahsin, “Türkçenin Kurtuluş Savaşı”, Cumhuriyet Yay., ss. 13-14, İstanbul, 2000.
  5. Geniş bilgi için bkz. “Yabancı Dilde Öğretim”, Öğretmen Dünyası Dergisi Özel Sayısı, Şubat 1995, sayı: 182. / Ali Demir, “Küreselleşme Sürecinde Yabancı Dil Öğretimi Sorunsalı”, Koliden yay., Mersin, 2005. / Ali Demir, “Uluslararası Gelişmeler ve Türkçenin Durumu”, ADD, Mersin, 2004.
  6. Hengirmen, Mehmet, “Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü”, Engin Yay., Ankara, 1999.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder