« Mesihi gökten insen sana yer yok
Yürü
var gel Araptan ya Acemden”
Mesihi,
15. yy.
Türkçe, kendi serüveni içinde, birçok
güçlükle ya da engelle yüz yüze gelmesine karşın, ayakta kalmasını becerebilmiş
ilginç dünya dillerinden biridir. Tarih boyunca; Çin, Pers, Arap, Bizans,
Fransız, 1946’lardan sonra da, İngiliz dili ve uygarlıklarının baskın gücü
karşısında var olma savaşımını sürdürebilmiş, birtakım sorunları olsa da,
bugün, bir ulusun eğitim, bilim, yazın ve iletişim dili olmasının yanı sıra,
UNESCO verilerine göre, dünyada en çok konuşulan yedinci dil olma konumunu
koruyabilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Arapça ve
Farsçanın etkisiyle geriye itilen, büyük ölçüde kendisine yabancılaştırılan
Türkçe; Cumhuriyet ve Türk Devrimi hareketiyle birlikte yeniden derlenip
toparlanmış, “karşı devrim” sürecinde gelişimi yavaşlatılmış, 1971 ve 1980
askeri darbeleri sırasında da, sözcükleri yasaklanarak, önemli yaralar almıştır.
1924’te yürürlüğe sokulan « Öğretim Birliği »
dizgesinin bozulmasıyla, yabancı dille öğretim, özel okullardan sonra kamu okullarında
da yaygınlaştırılarak, birtakım kamu kurumlarında, ne olduğu belirsiz melez bir
dil oluşturulmuş, konuşucuların birbirini anlamadığı ya da sözcüklere ve
kavramlara değişik anlamlar yüklendiği için eksik anladığı, bir tür “yeni Osmanlıca”
yaratılarak, toplum düzeni altüst edilmiştir.
12 Eylül 1980 sonrasında, Türk Dil Kurumu’nun
yapısının değiştirilmesiyle, birtakım sözcükler “günahkar” ya da “tehlikeli” sayılarak
yasaklanmasının ötesinde, yerleşik yazım kuralları “arapsaçına” dönüştürülmüş,
hiçbir dilbilim ya da sözlükbilim ilkeleriyle bağdaşmayan yeni sözlükler
oluşturulmuş, özellikle bilimsel ve teknik alanlarda yaşanan onca soruna, bir
de “yazsım sorunu” eklenmiştir.
Darbelerin açtıkları yaraları onarmak
üzere; gerçek yurtseverlerin, aydınların, ulusal bağımsızlıktan yana olan
yazarların, çizerlerin, öğretmenlerin, dilsever yurttaşların dayanışmasıyla
yeni örgütlenmelere gidilmiş, önemli yayınlar yapılmış, kamuoyu duyarlılığı
canlı tutulmaya çalışılmış, birçok eksikliğine ve yetersizliğine karşın, güzel
Türkçemiz birçok engelin üstesinden gelmeyi başarmış, en azından şimdilik, bir
ulusun yazın, eğitim, bilim, sanat ve iletişim dili olma başarısını
gösterebilmiştir.
Konunun ayrıntılarına inmeden önce,
birbirlerinden bağımsız görünseler de, ülkenin sorunlarının bir bütün olduğunu,
olay ve olguları bu bütünlük içinde ele alıp incelemenin daha doğru olacağı
kanısını yinelemek istiyorum.
Nedir
Türkçenin sorunları ? Bu sorunların üstesinden nasıl gelebiliriz?
1. Profesör Doğan Kuban, « dil
sorunu en duru kimlik sorunudur » diyor bir konuşmasında(1). Bu saptama,
hem bireysel hem de toplumsal kimliklerimiz için de geçerli olsa gerek. Nereye
gidiyoruz, nasıl bir yaşamdan yanayız, nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz
sorularının yanıtlarıyla yakından ilintili dil sorununa bakışımız. Çünkü dil;
tek tek bireylerin ve o bireylerin oluşturduğu toplumun aynası, aynı zamanda
ruhu olmasının ötesinde, onurlu bir yaşamın da temel dayanağı. Onunla
kendimize, çevremize, dünyaya ve evrene daha sağlıklı bakıyor; onunla duyuyor,
düşünüyor, algılıyor, alımlıyor, onun yardımıyla ekin tarlamızı daha verimli ekip
biçiyoruz. Dünyanın neresine gidersek gidelim, ne iş tutarsak tutalım, karnımız
nerede doyarsa doysun, Albert Camus’nün anlatımıyla « asıl yurdumuz anadilimizdir ».
Kişiler için, « konuş, kim olduğunu söyleyeyim » atasözünde
anlatılmak istendiği gibi, bir toplumu incelerken, o toplumla ilgili en
sağlıklı verilerin dilde saklı olduğunu görürüz. Bu nedenle, yurttaş olarak
Türk insanının ve ulus olarak Türk toplumunun dünya ulusları arasında nerede durduğunu,
bundan böyle ne yana yöneleceğini, Türkçenin konumu ve durumu belirleyecektir.
Unutmamak gerekir ki, dil kendi kendine değil, onu konuşanların çabasıyla
gelişir, biçimlenir, konumlanır, varlığını sürdürür. Dolayısıyla, dil sorunu, ister
bireysel ister toplumsal olsun, her şeyden önce, bir kimlik sorunu, daha de
ötesi, bir var olma-yok olma sorunudur..
2. Mustafa Kemal Atatürk’ün
öncülüğünde, onun koruması ve eylemliliğiyle başlatılan ulus-devleti yaratma,
halkla bütünleşme, ekonomik ve toplumsal kalkınma sürecini başlatma, Cumhuriyet
devrimlerini halka götürme, laiklik kavramını yerli yerine oturtma, okuma-yazma
seferberliğinin tüm toplum katmanlarında başarıya ulaşmasını sağlama,
öğretim-eğitimi her düzeyde yaygınlaştırma, öncelikle ve büyük ölçüde, halkın
anlayacağı ortak dille gerçekleştirilebilecekti. Türkçe gibi sesçil bir dilin
yapısıyla bağdaşmayan, özellikle yazı dilinde büyük sorunlar yaratan Arap
abecesi bırakılarak, Latin kökenli seslerin; yazıldığı gibi okunan, okunduğu
gibi yazılan yeni bir abeceye dönüştürülmesi (1928), bu yolda atılmış en önemli
adımdı. Ancak, yazı dilinde kullanılan Türkçe sözcük oranı üçte bir düzeyinde
bile değildi. İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün dil bilinci ve büyük çabasıyla
kurulan Türk Dil Kurumu, hemen ardından gerçekleştirilen çalışmalar, Batı’daki
aydınlanma süreçlerine koşut Türk aydınlanmasının temel taşlarıydı. Dil
Devrimiyle Türkçe yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılacak, herkes
okuduğunu-yazdığını, tapındığını anlayacak, yüzyıllardan beri, yönetenlerle
halk arasında örülen duvar yıkılacak, çağdaş bir toplum olabilmenin önemli
yollarından biri daha açılmış olacaktı. Atatürk’ün söylev ve demeçlerine
baktığımızda, özgürleşmenin, bağımsızlaşmanın ve çağdaş bir toplum olmanın
gizilgücünün bu ortak dilde yattığı vurgusunu görürüz. Sanılandan çok daha kısa
bir zaman dilimi içinde gerçekleştirilen bu devrimler sayesinde, genç
cumhuriyetin yüzü değişmiş, yıkımdan kurtarılan bir toplum, uluslaşma yönünde
büyük kazanımlar elde etmişti.
Türk Dil Kurumu’nun kurulduğu
1932 yılında, gazetelerde geçen sözcüklerin yalnız yüzde otuz üçü Türkçe iken,
on yıl içinde iki katına çıkarılmış, karşı devrimcilerin tüm eleştirilerine ve
engellemelerine karşın, Prof. Dr. Ömer Demircan ve arkadaşlarının
gerçekleştirdikleri araştırmalara göre bu oran, 1980’li yıllarda, yüzde seksenlere
ulaşmıştı. Arapça Kur’an’ın Türkçe çevirisinin yapılması, ezan ve ibadet dilinin
büyük ölçüde Türkçeleştirilmesi (1933), « millet mektepleri » ve
Halkevlerinin yurt genelinde yaygınlaştırılması (1932), Atatürk’ün ölümünden
sonra eğitim bakanı olan Hasan-Ali Yücel döneminde, Milli Eğitim Bakanlığı
bünyesinde kurulan Tercüme Bürosu (1940) aracılığıyla beş yüzün üstünde dünya
klasiğinin Türkçeye kazandırılması, Köy Enstitülerinin kurulmasıyla (1940), yalnız
okul çağındakiler değil, okuma-yazma bilmeyen herkesin, okuma-yazma
seferberliğine katılmasının, eğitimin her düzeyde Türkçe yapılması ve diğer
atılımlarla Türk Aydınlanması, büyük ölçüde başarıya ulaştırılmıştır. Unutmamak
gerekir ki, tüm bunlar, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, toprakları ve İmparatorluk
yönetimi emperyalist ülkelerin eline geçmiş, gırtlağına dek borca batmış, başkentini
bile değiştirmek zorunda kalmış ; çok dinli, çok dilli, çok mezhepli,
ortaçağcıl, teokratik bir imparatorluğun külleri üzerine kurulan bir toplumda gerçekleştirilmiştir. Eğer bugün, içinde
bulunduğumuz tüm zor koşullara karşın, kendi bölgemizde belli bir güç ve örneklik
oluşturabiliyorsak, bunu, her şeyden önce, Bağımsızlık Savaşını başlatanlara, Cumhuriyet’i
kuranlara ve ellerindeki dar olanaklara karşın Türk Aydınlanmasının
kazanımlarına borçluyuz.
* 3. Dil sorunuyla birlikte,
içinde yaşadığımız sorunlar, işte bu aydınlanmacı bilinçten ya da bu bilince
çok güvenmemizden kaynaklanıyor olsa gerek. Sıklıkla; « üzülme, takma
kafana, boşver bir şey olmaz, karışma kimsenin etlisine sütlüsüne, sana
dokunmayan yılan bin yaşasın, devlet malı deniz yemeyen domuz» türünden
tekerlemeler, giderek yaşam biçimimize dönüştü.Karşılaştığımız her “rezalet”
karşısında sustuk, ses çıkarmadık, tepki vermedik, kanıksadık ve “olur böyle
şeyler” diyerek vurdum duymazlıktan, görüp görmezlikten geldik. Görmeyen,
duymayan, konuşmayan üç maymun ya da Alman Nazizmi karşısında kendini saklamaya
çalışan papaz gibi davrandık. Çevremizde, toplumumuzda, içinde yaşadığımız
dünyada olup bitenler karşısında sustuk, sesimizi çıkarmadık. Sonunda, gele
gele, geldiğimiz yere geldik. Öyleyse, yaşananların bilincinde olan her Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşının, kendi yaşam alanı içinde; evde, iş yerinde, sokakta, kurumda,
kuruluşta, « bana ne » demeden, üzerine düşen görev ve sorumlulukları
yerine getirmesi, yurttaşlık görev ve sorunlarını ertelememesi, bir başkasının omuzlarına
yıkmaması, örgütlü bir biçimde yaşamın içinde yer alması kaçınılmaz görünmektedir.
Çünkü, yarın çok geç olabilir !...
4. İçinde yaşadığımız iletişim
ve bildirişim çağında ; bilgi, bilim, teknoloji üretim ve tüketim
araçları, insan davranışları ve toplumsal yapılar, çok hızlı biçimde
değişmekte, bu değişime ayak uydurabilenler ayakta kalabilmekte, diğerleri
çağın ve çağdaşlığın dışına itilmektedirler. Son 20-30 yılda, yaşanan
değişimler, tüm insanlık tarihinin yaşadığı değişimleri ikiye katlayabilmekte,
her değişimle birlikte türetilen on binlerce, yüz binlerce sözcük ve deyimlere,
kendi dillerinde karşılık bulamayan toplumların dilleri ve ekinleri de, bunları
üreten ülkelerin ve uygarlıkların egemenliği altına girmektedirler. Bu pencereden
bakıldığında, ülke varlıklarını korumak, bunları çağın ve teknolojinin
gereklerine uygun duruma getirmek, var olanlara yenilerini eklemek yerine, « liberal
ekonomi » adına batan geminin mallarını çağrıştırırcasına, hepimizin ortak
malı olan Cumhuriyet’in tüm kazanımlarını, yok pahasına yabancılara ve yerli
işbirlikçilerine « babalar gibi » satmanın, Atatürk’ün kurduğu
bağımsız Cumhuriyetle uzaktan ya da yakından hiçbir ilişkisinin olmaması
gerekir.
5. Yabancı dil öğretimiyle yabancı dille öğretim, hep birbirine karıştırılmış,
yabancı dil öğretimi-öğrenimindeki başarısızlık sorununa çözüm yabancı dille
öğretimde aranmış, bu da olmayınca yurt dışından öğretmen getirtilmeye
kalkınmıştır. Yıllardan beri yazılıp çizilmesine karşın, şu yalın gerçeği
yöneticilerimiz bit türlü, anlamak istememektedirler: Herkese yabancı dil
öğretmeye kalkışmak, hiç kimseye doğru dürüst yabancı dil öğretmemek demektir.
Etkili bir yabancı dil öğretimi-öğrenimi, bu alanda güdülenmiş, gereksinim
duyan, yetenekli öğretmen ve öğrenicilere, gerekli ortam ve altyapı
olanaklarını sunmakla gerçekleşebilir ancak. Yıllardan beri, hazırlık sınıfları
uygulamasıyla, yalnız yıllar değil, aynı zamanda çok önemli ülke kaynakları
boşa harcanmış, bunun hesabını kimse sormamıştır. Üç-dört yılını hazırlık
sınıflarında yitirip, yine de istenilen düzeyde, o dili kullanamayan milyonlarca
öğrenciden söz ediyorum. Hem sonra, bütün öğrencilerimize yabancı dil
öğrettiğimizi düşünelim. Ne olacak bunun sonu? Daha mı uygarlaşmış olacağız,
daha mı kalkınmış sayılacağız? Bilim ve teknolojide daha mı ilerlemiş olacağız?
Daha mı adam olacağız? Bir kez daha yinelemekte yarar var, böyle olsaydı,
öncelikle sömürge devletler kurtulurlardı Orta Çağ karanlığından… Temel sorun,
her düzeyde okulun işlevini yitirmesi, kimsenin okulda bir şey öğrenebileceğine
inanmamasıdır. Olanağı olanlar, bu işi, bir ölçüde özel dershanelerle, özel
okullarla ve özel derslerle çözmeye
çalışmakta, daha çok olanağı olanlar, çocuklarını yurtdışına
göndermekte, ancak bunların, gerçek
anlamda ülke ve toplum kalkınmasına bir yararı dokunmamaktadır. OECD ve benzer
kuruluşların (PISA, TIMSS, vb.) değerlendirmeleriyle, öğrencilerimiz, bu
kuruluşlara üye ülkelerin öğrencileri arasında, en son sıralarda yer
almışlardır.(2) İşin bir başka düşündürücü yanı da, ülke genelindeki 157
üniversitemiz olmasına karşın (şimdi daha mı çok yoksa?), bilim ve teknoloji üretiminde sesimizin
çıkmamasıdır… Hasan-Ali Yücel, 18.7.1960 tarihli bir yazısında, « Türk dil
devriminin özü ; Türkçe düşünmek, Türkçe söyleyip Türkçe yazmaktır »
dedikten sonra, « Yoksa, bu da mı
ağrımıza gidiyor ? » sorusunu soruyor ve ekliyor : « Otuz
yıldan beri ya içinde fiili, ya başında idari, yahut dışında gönüllü
hizmetlerinde bulunduğum dil davası sahipsiz kalmıştır. Sert hareketlerle,
kaybedilmiş zaman aralıklarını kapatmak zorunda kalan toplumların yaptığı
devrimler, ancak devrim mantığıyla ve metoduyla yürütülebilir. Her türlü kudret
sahipleri bu gibi hareketlere ve kurumlara sahip çıkmazsa, dört beş isteklinin
çabaları köklü ve ağır basıcı bir netice verebilir mi ? Siyasi hizmet
mevkiinde ve kudretinde olanlar, başta eğitim bakanları, kapısının önünden
geçerken başlarını bile o tarafa çevirmezlerse ; zenginler, kendileri için
bir gecede kazanıp kaybettikleri kumar parası kadarını olsun bağışlayıp mali
veya para yardımında bulunmayı hatırlarından bile geçirmeyecek olurlarsa bundan
daha fazlası beklenmemeli. »(3). Dolayısıyla, başta ülke ve üniversite
yöneticileri olmak üzere, tüm ilgili kurum, kuruluş ve kişilerin, konu üzerinde
düşünce üretmesi, dershaneler kapatılarak okulların gerçek işlevine
döndürülmesi, öğretmen yetiştirme dizgesinin yeniden ele alınması, test
sınavlarına dayalı ezberci eğitim anlayışından bir an önce uzaklaşılması, yabancı
dille öğretime tüm okullarda son verilmesi, Türk Dil Kurumu’nun yeniden eski
özerk konumuna getirilerek, Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu,
üniversiteler, diğer ilgili özel ve kamu kurumlarının işbirliğiyle, Fransa ve
benzer ülkelerde yapıldığı gibi, her alanda « terim kurullarının »
kurulması, yeni bir başlangıç için kaçınılmaz görünmektedir. Böylece, bilimsel
ve teknolojik girdilerle, her gün, yabancı dillerden dilimize dolan onlarca,
yüzlerce sözcük ve deyime sınırda önlem alınmış olacak, göz göre göre dilimizin
“işgal” edilmesine karşı konulacaktır. Konu, siyasal partilerin, ilgili kurum
ve kuruluşların kısır çekişmelerinin ötesinde, ulusal bir devlet siyasası
olarak ele alınmalı, aşiret anlayışlarının ötesinde, uygar bir tutumla, gerekli
alanlarda işbirliği ve güç birliğine
gidilmelidir.
6. İletişim araçları, cep
telefonu ve internet iletileri, televizyon izlenceleri, sokaklar, iş yerleri,
hastaneler, eczaneler, mahkemeler ve yabancı dilde öğretim-öğrenim yapan
okullarda kullanılan karma dil bu süreci daha da karmaşıklaştırıyor. 1994
yılında, Hacettepe Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda, Ankara-Karun İş Merkezi’nde
öğrencilerimle gerçekleştirdiğimiz bir sormacanın sonuçlarını, Öğretmen Dünyası
Dergisi’nin « Yabancı Dille Öğretim » özel sayısında yayımlamış,
koskoca işyerindeki dükkan adları içinde tek Türkçe ada rastlamayınca, ibret
olsun diye, dergi kapağına bu adları yan yana dizip, altına da « Dilinize
Eşekarısı Soksun » diye bir başlık atmıştık. İşin daha da ilginç yanı, bu
adları koyanların büyük bir bölümü, bu yabancı sözcüklerin anlamalarını da
bilmiyorlardı. Ne yazık ki bu tür aymazlıklar ve yabancılaşmalar gecekondulara ve köylere dek ulaşmış, bize
özgü « arabesk » bir « modernleşme » ya da « modernleştirme »
olarak algılanmıştır. Toplum, kendi değerlerine ve aydınlanmacı değerlere
yabancılaştırılırken, televizyon dizileri ve futbol karşılaşmalarıyla, her
geçen gün biraz daha kendi gerçeklerinden uzaklaştırılarak sömürü çarkının
içine atılmış, bu çark büyüdükçe de,
akıl ve bilimin yol göstericiliği yerine, daha kolay bir yoldan, öte dünya
masallarıyla avutulan sadaka ve sürü toplumuna dönüştürülebiliyor. Bundan kurtulmanın
yolu da, yine ortak aklın ve bilimin ışığında, yurttaşlık ödev ve
sorumluluklarımızın bilincinde, örgütlü bir toplum anlayışıyla, sorunlarımıza
çözüm aramaktır.
7.Selçuklular döneminde
başlayıp, Osmanlılar döneminde katmerleşen, yazın ve yönetim dilinin Türkçeden
uzaklaştırılarak yaratılan ikilik, son dönemlerde yeniden hortlatılmak
istenmekte, yalan yanlış, halkın anlayamadığı karma bir dille konuşma ;
okumuşluğun, bilgiçliğin, devlet ya da bilim insanı olmanın, « entel takılmanın »
göstergesi sayılır olmuştur. Başta
üniversitelerin dilbilim bölümleri olmak üzere, ilgili kurumların çabalarıyla,
öncelikle televizyonlardaki dilde özensizlik, yanlış kullanım, yanlış
vurgu-tonlama, yabancı sözcük kullanımının önüne geçebilecek birtakım
önlemlerin alınması, en azından, her haber okuyan, değişik izlenceler
düzenleyen kişilerin işe alımında, dil yönünden, bazı olmazsa olmaz, nitelikler
aranmalıdır. Çünkü bir dil, onu konuşucularının ağzında güzel ve duyulmaya
değerdir. Bu konuda da, ana-babalara, öğretmenlere, sıklıkla toplumun karşısına
çıkan kişilere büyük sorumluluklar düşmektedir.
8. Türkçenin bilim dili
olmadığı, olamayacağı safsatasını da bir an önce bırakıp, Cumhuriyet’in ilk
dönemlerinde olduğu, uygar toplumlarda görüldüğü gibi, var gücümüzle kendi
dilimizi geliştirmek zorundayız. Dilbilimsel bir yaklaşımla, her dil, her olayı ve olguyu açıklamaya
yetkindir, bir dildeki yetersizlik, dilin kendisinden değil, onu konuşanların
tembelliklerinden ve yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Kendi dilimizin
gelişim sürecinde de gördüğümüz, yaşadığımız gibi, konuşma dili bilim ve yazın
dilini, bilim ve yazın dili de konuşma dilini geliştirecek,
varsıllaştıracaktır. Yine her dilde olduğu gibi, bizim dilimizde de , türetilen
her yeni sözcük ya da terim, başlangıçta yadırgansa, « uyduruk »
sayılsa da, kullanıla kullanıla, anlam yükü ve anlam alanıyla donanacak, kısa
süre içinde, söz ve kavram dağarcığımıza eklenecektir. Dönüp baktığımızda, başlangıçta
yadırgadığımız, ancak bugün hem konuşma dilinde, hem de yazı dilinde
kullandığımız binlerce, on binlerce örnekle karşılaşırız. Türkçenin yapısı, her
yönden, bu gelişmeye uygun, işlek bir dildir. Yeter ki, ona gereken özeni ve
önemi verebilelim.
9. Öğretim-eğitim dizgemizdeki
çarpıklıklara koşut olarak, öğretmen yetiştirme ve Türkçe öğretimi- öğrenimi
konularında da büyük çarpıklıklar yaşanmakta, uygulamalı dilbilim ve
öğretbilimdeki bunca gelişmelere karşın, öğrencilerimize, bir dilin temel
becerilerine yönelik edinç ve edimler kazandırmak yerine, halen daha,
betimlemeli dilbilgisine dayalı, test sınavlarındaki soruları yanıtlamaların
ötesinde, hiçbir şeye yaramayan ezber bilgiler vermeyi sürdürmekteyiz. Bunun
sonucu olarak, kentlerdeki eğitim müdürlüklerinin önünde, öğretmenlerin dilekçelerini yazmak için
« arzuhalciler » beklemekte, hiç kitap okumadan Türkçe bölümünü
bitirmiş olmakla övünen « kitapsız » öğretmenler, birtakım
« risalelerle » okullarımızın her düzeyinde « kutsal »
görevlerini « icra » eder olmuşlardır…Öğretmen yetiştirme dizgemiz,
üniversitelerden başlayarak, hem örgün, hem de hizmet içi eğitimde yeniden ele
alınmalı, geçmişimizdeki deneyimlerden yararlanarak, tolumun ve çağın
gereksinimlerine uygun bir öğretmen yetiştirme dizgesinin koşulları ve ilkeleri
yaratılmalıdır.
Sonuç olarak, birtakım yasal ve
kurumsal önlemlerin dışında, dil sevgisi ve duyarlılığının, ülke sevgisi ve
duyarlılığıyla, hatta kendimizi sevip sevmediğimizle yakından ilintili olduğunu
bilmek, buna uygun tutum ve davranışlar geliştirmek durumundayız. Bunu
başarabilmek, sözde değil, en az onun kadar iş ve eylemde karşılık bulmak
zorundadır. Elbette, en büyük görev ve
sorumluluk payı yönetenlerdedir. Ancak, Nazım Hikmet’in o güzelim şiirinde söylendiği
gibi, “senin de payın büyük, canım kardeşim”....
Dil Karmaşası
“Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere her giz gönül akmaz idi”
Aşık Paşa, 14. yy.
Konu ya da olgu yeni değil
elbette. Göçebe toplumların, yerleşik düzene daha önce geçip ekin birikimini
belli bir aşamaya taşımış toplumlardan, şu ya da bu biçimde etkilenmeleri
kaçınılmaz olmuştur. Örneğin, XI. Yüzyılda, Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it
Türk” adlı sözlüğünü yazma nedenlerinden birinin de; “Arapça, Farsça karşısında
Türkçeyi savunmak, Türkçenin de güçlü olduğunu” kanıtlamak, bu uygarlıklar
karşısında var olma savaşımı vermek ve ayakta kalmak düşüncesi değil mi?
Her dilde, belli oranlarda, o
dilin yapısını, söz varlığını bozmayacak ölçüde ödünçleme yoluyla alınan
sözcüklere rastlamak olasıdır. Oysa Osmanlıca, Türkçenin gelişimini engelleyen,
nerdeyse varlığına son veren tam bir “dilsel karmaşa” örneğidir. Bu durumu
Tahsin Yücel şöyle açıklıyor: “Dil devrimini yanlış yorumlayanların başlıca
yanılma nedenlerinden biri de Osmanlıcayı “eskil” bir dil gibi düşünmeleridir.
Oysa bu dil “eskil” dillere hiç mi hiç benzemez: konuşulmuş ya da yazılmış,
konuşulan ya da yazılan herhangi bir dilin eski bir evresine bağlanmak şöyle
dursun, yüzyıllar içinde, ulusumuzun anadiliyle hiçbir akrabalığı, hiçbir
yakınlığı bulunmayan iki yabancı dilden; Arapçayla Farsçadan yola çıkılarak oluşturulur,
anadilin sözdizimi üzerine, gittikçe artan bir oranda, bu iki dilin sözcükleri
aşılanır. Bu sözcük alımının geçerli bir nedeni de yoktur, anadilin
boşluklarını yabancı öğelerle doldurmak bile söz konusu değildir; halkın
konuştuğu dilin sözcüklerinin, bu arada dilbilimsel biçimlerinin, köklerinin ve
eklerinin yerine bu iki dilin birimleri getirilir. Üstelik, bu aykırı tutum
yüzyıllar boyunca, kesintisiz bir biçimde sürüp gider. Böylece, ister istemez,
Türkçe sözcüklerin gittikçe enderleştiği, gittikçe daha zor tanındığı ve
sonunda Türkçeden çok Arapça ve Acemce sesi vermeye başladığı aykırı bir yazı
diline ya da, isterseniz, iki kez melez bir dile, bir tür tersine piding’e
ulaşılır. Bu tuhaf dilin Türklerin tarihinde belirli bir yeri bulunduğu kuşku
götürmez, ama Türkçenin bir evresini oluşturmadığını
da önemle vurgulamak gerekir.
Türk toplumunun tümü ya da
büyük bir çoğunluğu Osmanlıcayı benimsemiş, anlamış ve konuşmuş olsaydı, bir
ölçüde böyle bir şeyden söz edilebilirdi. Ne var ki, konuşulan bir dil
değildir; üstelik, bir tür güç, bilgi ve incelik simgesi olan bu yazı dilini
elinde tutan iktidarın onu uyruklarına öğretmek gibi de bir kaygısı yoktur. Bu
kez, başka nice iktidarlar gibi o eskil
ya da halkın dilinden ayrı bir dil kullanımını bir üstünlük belirtisi, bir
ayrıcalık olarak görür. Sonra, bilindiği gibi, Osmanlılar güçleri arttığı
ölçüde kendi halklarından kopar, yüksek görevlilerini fethettikleri ülkelerin
uyrukları arasından seçer. “Osmanlı” değil de “Türk” olarak nitelenmeyi bile
bir aşağılanma sayarlar. Kısacası, Osmanlı yazı dili iktidarın bir ayrıcalığı
olarak kalır, ayrıcalıklı dilden konuşma diline birtakım sızmalar olsa da bu
olgu daha çok başkent ve çevresinde gerçekleşir: kimi yazınsal, hukuksal,
yönetsel terimler günlük dile geçer ve Türkçe karşılıkları yerine Arapça ve
acemce sözcükler kullanmak olumlu bir etki uyandırır. Ama merkezden
uzaklaştıkça bu eğilim azalır, yapay yazı dilinin konuşma dili üzerinde görece
de olsa bir etkisi bulunduğu yadsınmasa bile, Osmanlıcanın başkentte de
herhangi bir dönemde konuşulan bir dil konumuna erişmiş olduğunu söylemek
zordur. Bu bakımdan, gölge tiyatromuzun başlıca iki kişisini: yerli yersiz
konuştuğu Osmanlıcayı simgeleştiren Hacivat’la bu fazla bilgiç ve fazla
karmaşık dil karşısında sürekli başkaldıran halk adamı Karagöz arasındaki indirgenmez
karşıtlığı vurgulamak gerekir. İki dilin her birinin ayrı bir ekini taşıması bu
karşıtlığa daha bir gerçeklik kazandırır. Böylece, Osmanlıca yazılmış büyük
yapıtlar hiçbir zaman ortak bir ölçüt durumuna gelmezken, konuşulan, ama aynı zamanda
ve her şeye karşın bir ekin dili olan Türkçe, bu konuma Dede Korkut, Yunus
Emre, Karacaoğlan, vb. gibi halk sanatçılarının katkılarıyla oldukça kolay
erişir. Demek ki, bir kez daha, iç çağrıları da, kullanıcıları da birbirinden
farklı, birbirine karşıt iki ayrı dil söz konusudur.”(4)
İşin acı yanı, Cumhuriyet’le birlikte,
özellikle 1928-1946 arası, büyük ölçüde, bu dil ve ekin karmaşasından
kurtulmuşken, daha sonra başlatılan
karşı-devrim sürecinde, yukarıda belirtilen benzer bir tutumla, dil karmaşası
sürecine yeniden girilmiş; 1940’lı, 1950’li, 1960’lı, hatta 1970’li yıllarda,
birkaç okul dışında, Türkçe öğretim yapılırken, 1980 darbesi sonrasında açılan
her düzeydeki özel okulda İngilizce öğretime başlanmış, yine İngilizce öğretim
yapan Anadolu Liseleri ilçelere dek yaygınlaştırılmış, yıllardan beri Türkçe
öğretim yapan kamu üniversiteleri bile, “daha nitelikli eğitim” kandırmacasıyla,
küreselleşmenin ve katmerli sömürünün
dili sayılan İngilizce ile öğretim yaptıklarını ileri sürerek “hormonlu”
öğrencileri kendi bünyelerinde toplamışlardır. Konuşan Türk, dinleyen Türk, yaşamın
her alanında konuşulan dil Türkçe, çok zor koşullarda bağımsızlığına
kavuşturulan ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti, ancak “seçkin” okullarının
hepsinde öğretimin dili İngilizce, diğerlerinde ise, sömürge ülkelerde olduğu
gibi, ne olduğu belirsiz, “olmasa da olur” anlayışıyla sürdürülmek istenen
göstermelik, daha doğrusu “kandırmalık” bir öğretim-eğitim anlayışı.
Büyülü kutu televizyonlar başta
olmak üzere, internet ve cep telefonu iletilerinde, evde, okulda, ders
ödevlerinde, sınav kağıtlarında, sokakta, iş yerinde, çarşıda ve pazarda; tam
bir dil ve bilinç bulanıklığı, ilerici-gerici, az Müslüman-çok Müslüman, kutsal
dil-kutsal olmayan dil, yaşayan dil-uyduruk dil, eski Osmanlılık-yeni Osmanlılık,
Kemalizm-Kemalizm karşıtlığı, laiklik-laiklik karşıtlığı, gibi konularda, Deli
Dumrul öykülerini aratmayacak, “kim kime, dumduma” bir kavram kargaşalığı yaşamın
her alanında sürüp gitmektedir. Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan, yetkili
yetkisiz çok sayıda konuşucu ve yazıcı; istediği yaklaşımla, istediği
sözcüklere ve kavramlara, istediği anlamlar yükleyerek konuşmakta ve yazmakta:
okuyan-okumayan, dinleyen-dinlemeyen gören, seyreden-seyretmeyen büyük
kalabalıkları şaşkına çevirmektedirler.... Son dönemlerde, en “muğlak”
anlatımlarla, nerdeyse her gün; “demokrasi”, “ileri-geri demokrasi”, “laiklik”,
“insan hakları”, “türban takıp takmama”, “demokratik özerklik”, “anadil”,
“anadili”, “ananın dili”, “ikidillilik”, “ulus dili”, “bölgesel diller”,
“azınlık dilleri”, “anadili öğretimi”, “ananın dilinin öğretimi”, anadilinde
öğretim”, “anadilde eğitim”, “anadilinde
savunma”, vb. kavramları sakız gibi
çiğnenmekte, günlük siyasetlere, bireysel ya da kümesel çıkarlara araç kılınmaktadır.
Bu arada da, temel sorunlar gözden kaçırılmakta, sömürü çarkı en acımasız bir
biçimde halkları birbirine düşürmekte, ölümlerden ölüm beğenme canavarlığına
sürüklemektedir. Kimin umurunda;
ödemeler dengesi, dış borçlar, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para
Fonu, Dünya Bankası, özelleştirmeler, işsizlik, “bırakınız geçsinler, bırakınız
yapsınlar” anlayışı, sansür, polis baskınları, gözaltılar, tutuklamalar,
medreseleştirilip susturulan üniversiteler, telefon dinlemeleri, gizli
görüntüler, özel yaşamın kutsallığı, evrensel hak ve özgürlükler, yaşama
sevinci?...
İkidillilik Kavramı
İkidillilik (bilinguisme) kavramının sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiğini belirlemek oldukça zor görünmektedir. En kestirme yoldan
ikidilliliği, “iki ayrı dilde iletişim kurabilme becerisi” olarak
tanımlanabiliriz. Fransızca Larousse’da (2009) , ikidillilik: “Bir birey ya da
topluluğun iki dil kullanma niteliği”, Türkçe Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri
Sözlüğü’nde ise, “Bir kişinin iki dili birbirine yakın derecede bilmesi veya
bir toplumda iki dilin yaygın bir kısıtlama, engel, baskı olmadan kullanılması
durumları”(6) diye tanımlanmaktadır.
Kavramın,
diğer birçok dilsel kavram gibi, dilbilimsel, ruhdilbilimsel,
toplumdilbilimsel, vb. yanlarına girmeden, ikidilliliğe en somut örnek olarak;
Bürüksel’de, günlük yaşantıda kullanılan Fransızca ve Flamancanın ya da
Kanada’nın Kebek bölgesinde kullanılan Fransızca ile İngilizcenin durumunu
gösterebiliriz. Ülkemizde ise, resmi yazışmalarda kullanılmamakla birlikte
Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Boşnakça, Hemşince, Arapça, vb. dillerini,
günlük yaşamlarında, Türkçe ile birlikte kullanan kişi ya da bölgeler bu duruma
örnek oluşturabilirler. Ancak, burada, sıklıkla birbirine karıştırılan, basın
yayın organlarında da öyle sunulan,
konuyla ilintili birtakım kavramlara da açıklık getirmek gerekmektedir. Bunlar
sırasıyla:
Anadil (langue mere):
Akraba dillerin türediği kaynak dil.
Anadili (langue maternelle): Çocuğun ilk öğrendiği; dünyayı, toplumu ve kendisini tanıdığı, içinde
yaşadığı topluluktan edindiği dil.
Ananın dili (langue de la mere): Çocuğun anasının konuştuğu dil.
Ortak dil (langue commune): Belli bir coğrafyada yayılmış dil, lehçe ve ağızlar arasında ortaklaşa
kullanılan iletişim dili.
Ulusal dil, resmi dil, devlet dili (langue nationale, langue officielle, langue d’Etat) :
Bir devletin egemenlik alanında tanındığı, kullandığı dildir. Buna ulusal dili,
resmi dil ya da devlet dili de
diyebiliriz.
Bölgesel dil(ler) : Bir ulusun egemenlik sınırları içinde, ortak dili dışında, değişik
bölgelerde konuşulan dil(ler).
Bu tanımlardan yola çıkarak, sıklıkla birbirinin
yerine kullanılan anadil ve anadili kavramları aynı şeyler olmadığı
gibi, ananın dili de bunlardan ayrı
bir durumu açıklamaktadır. Örneklersek; Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça,
Fransızca, İngilizce çok farklı anadil ailelerinden gelmektedirler.
Fransızcanın, İtalyancanın, İspanyolcanın, Portekizcenin, Rumencenin anadil’i
Latinceyse, Türkçenin de anadil’i de, diğer yakın akraba dillerle birlikte
Altayca olabilir. Anadili’ne gelince, bu ne anadildir, ne de ananın dili.
Örneğin, bir Türk ya da Kürt ana-babadan olup, Fransa’da, Almanya’da ya da bir
başka ülkede dünyaya gelen, içinde yaşadığı toplumu, doğayı, evreni ve
kendisini bu ülkenin dili aracılığıyla tanıyan, algılayan, ekinini, duygu ve
düşüncelerini bu dille geliştiren çocuğun ya da kişinin anadili, artık Türkçe
ya da Kürtçe değil, hangi dilde “kültürlenmişse”
o dil olacaktır. Bu durum, ülke içinde de geçerlidir. Artvinli bir Gürcü, Laz,
Hemşin ana-babadan olan bir çocuk, Türkiye’nin bir başka yerinde büyümüş,
dilsel gelişimini Türkçe aracılığıyla sağlamışsa, onun anadili de, artık Türkçe
olmuştur. Bu durum, Kürt çocukları için de geçerlidir, Arap, Çerkez, Boşnak, vb.
çocukları için de.
Dolayısıyla, bugünkü koşullar içinde, tüm
Türkiye’de ulusal dil, devlet dili ya da resmi dil Türkçedir. Tarihsel ve
toplumsal gerçeklikler ve olgular çerçevesinde; Fransa, ABD, İngiltere, İtalya
ya da birçok başka ülkede olduğu gibi, Cumhuriyet böyle kurulduğu, bugüne dek
böyle geliştiği için bu olguyu böyle kabul etmek zorundayız. Eğer ulusal
sınırlar içinde, yurttaşlık temeli üzerinde, gerçekten birlikte yaşamayı
istiyorsak, bu durumun, şimdiye dek olduğu gibi, bundan bundan sonra da, böyle sürüp
gitmesi kaçınılmazdır. Anadilinin kullanımı ve her yönden geliştirilmesi, ulus
devlet yaratma sürecindeki her devlette olduğu gibi, ülkemizde de, insan
hakları ve demokrasiyle bağdaşmayan birtakım sıkıntılara ve saçmalıklara neden
olmuş olsa da, bugün gelinen noktada, tüm diğer hak ve özgürlüklerin önündeki
engeller gibi, bu tür çağdışı yasaklamaların kaldırılması çabası, bu değerlere
inanan herkesin boynunun borcudur. Ancak, ister Kürtçe, ister Arapça, ister Lazca
ya da bir başka dili kullanma, öğrenme, öğretme, geliştirme özgürlüğüyle, herkesin
istediği dilde eğitim yapma özgürlüğünün birbirine karıştırmaması
gerekmektedir: Aynı ülkede yaşayıp, aynı pazarı kullanan, aynı eğitimden geçip,
aynı kurumlardan mezun olan, aynı işyerlerinde eşit koşullarda çalışan, çalışacak
olan bireylerin, her türlü hak ve özgürlüklerden eşit bir biçimde
yaralanabilmelerinin başka bir yolu olamasa gerekir. Üstelik bu durum,
konuşulduğu ya da savunulduğu gibi kolay değil, tam aksine, altından kalkılması
olanaksız sorunları beraberinde getirecek, her şeyi altüst edecektir…
Yurtdışında Türkçe
A.Yurtdışında
Türkçe Öğretimi-Öğrenimi
Her çocuk, kendi anadilini,
çevresinden duyarak, duyduklarını algılamaya çalışarak, yineleyerek, taklit ederek, uyarılarak edinir.
İkinci dil ya da yancı dil ise, anadiline koşut ya da anadilini öğrendikten
sonra, yakın çevrede, okulda ya da başka bir ortamda, kişinin değişik amaç ve
gereksinimlerini karşılamak için öğrendiği dildir.
Genelde, nasıl birey sağlıklı
bir iletişim kurarak, başarılı ve mutlu olabiliyorsa; tersine bir durumda da
içine kapalı, suskun, güvensiz, başarısız, saldırgan ve mutsuz olabilmektedir.
Kanımca, eğitim ve iletişim araçlarından da kaynaklanan olumsuzluklarla,
çağımız gençliğinin yaşadığı temel sorunlarda biri de bu olsa gerek: Sağlıklı
iletişim kuramamak. Buna, özellikle yurtdışındaki çocuklarımız ve gençlerimiz
için, bir başka sorun da eklemek durumundayız: “ Yarım dillilik”, hiçbir dilde
gereğince kendini ifade edememe ya da yarım ifade etme durumu. Bu durumu, 1989
yılında, Fransa’nın Nancy kenti yakınlarındaki bir yaz okulunda
gerçekleştirdiğim sormaca sonuçlarından da biliyorum: 10-18 yaş arasındaki Türk
öğrencilerine Fransızca ve Türkçe yazdırdığım soruları ve bu sorulara
verdikleri yanıtları; büyük ölçüde, ne anlışılır bir Türkçeyle, ne de anlaşılır
bir Fransızcayla yazabilmişlerdi. Karşı karşıya kaldıkları dilsel ve toplumsal
karmaşa yetmiyormuş gibi, başlarındaki imam efendi, günde beş kez namaz
kıldırmakta, zamanın geri kalan bölümlerinde Arapça Kur’an dilini ezberletmeye
çalışmakta, birlikte yaşadıkları
“gavurlara” İslam dinini nasıl aşılayacaklarını öğretmekteydi…
Dolayısıyla, yarım dilli ve
şaşkın bu çocukların mutlu olduklarını,
içinde yaşadıkları toplumla ve kendileriyle barışık olduklarını söyleyebilmek
oldukça zor olsa gerek.
Ayrıntılarına girmeden, temel sorunları
şöyle sıralayabiliriz:
- Türk Hükümeti ve göçmen işçi alan hükümetlerin konuya ilişkin, belli bir siyasetlerinin olmayışı;
- Genelde ana-babaların çocuklarının öğretimi-öğrenimi konusunda yetersizlikleri ve kayıtsızlıkları;
- Yurtdışına gönderilen Türk öğretmenlerin yanlış seçimi, yetersizlikleri ve kayıtsızlıkları;
- 167 üniversitemiz olmasına, yurtdışında milyonlarca çocuğumuz bulunmasına karşın, halen daha, üniversitelerimizde “Yabancı Dil Türkçenin Öğretimi”, “İkinci Dil Türkçenin Öğretimi” bölümleri ya da anabilim dallarının bulunmayışı;
- Çocukları gittiği okulların yeterli örgütlenmeden ve destekten yoksun olmaları;
- Yurtdışındaki Türk örgütlenmelerinin yanlış yönelimleri ve yetersizlikleri;
- Uygulamalı dilbilim ve öğretbilim ilkelerine uygun hazırlanmış ders kitapları ve araç-gereçlerinin yetersizliği;
- Türkçe öğretimi yöntem ve tekniklerindeki yanlışlıklar;
- Haftalık Türkçe ders saatlerinin yetersizliği;
- Bu derslerin sevdirilememesi ve birçok öğrenci tarafından “angarya” olarak görülmesi;
- İçinde yaşanılan topluma uyum ya da uyumsuzluk konusunda yaşanan kararsızlıkların, öteden beri sürüp gitmesi;
- Toplumsal yapımızda var olan örgütsüzlük, vurdumduymazlık, bananecilik gibi tutum ve davranışları, gittiğimiz toplumlara da taşımamız, eleştiri ve özeleştiriden yoksun oluşumuz;
- Her konuda olduğu gibi bu konuda da, sorun çözme yerine, siyasal ve dinsel tercihlerin öncelikli olması;
- …
B. Yurtdışında Türkçe
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Örgütü (UNESCO) nün değişik değerlendirmelerine göre Türkçe, dünyada en çok
konuşulan 5. ya da 7. dildir. Ünlü-ünsüz uyumuna dayalı sesçil özelliği ağır
basan, uzun bir şiir geleneği olan, dilbilim açısından önemli araştırmalara
kaynaklık eden, duyanlarda güzel duygular uyandıran Türkçemizin,
yurtdışında yeteri kadar tanındığını,
Türkçe üzerine yeterli çalışmalar yaptığımızı, Türkçeden başka dillere yönelik yeteri
kadar şiir, roman, öykü, vb. çevirisi yapıldığını söylemek oldukça zordur. Hele
bunu, Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla karşılaştırmak hiç olası
değildir. Bireysel çabaların dışında, hükümetler ya da devlet düzeyinde olması
gereken her türlü örgütlenmeden de yoksun olduğumuzu söyleyebiliriz. Buna
karşın, Nazım Hikmet başta olmak üzere, birtakım yazarlarımızın yurtdışında
tanınması, bazılarının yabancı dil bilmelerinden kaynaklanan bireysel
ilişkileri, Fransa’da Türk Mevsimi, Frankfurt Kitap Fuarı gibi etkinliklerle
sağlanan tanıtımlar, şimdilerde yurtdışında yaşayan bazı Türklerin kurdukları
yayınevleri sayesinde gerçekleştirilen yayınlar, dernek ve kuruluşların bu
tanıtıma yaptıkları katkılar,vb. bu konuda sayılabilecek olumlu ve umut verici
gelişmelerdir. Umalım ve dileyelim ki, belli bir dizge ve işbirliği içinde Türk
dili ve yazını, değer olduğu yere ulaşabilsin…
Sonuç Yerine
Dile
ilişkin konular ve sorunlar; insan ve toplum boyutunca geniş, karmaşık ve
çeşitli. Buradaki değinmeler, biraz da
güncelle ilgili tartışmalar. Bir dilin temel işlevleri arasında saylan iletişim
kurmanın, ekin köprüsü oluşturmanın, bireyin duygu ve düşüncelerini açıklamanın
ötesinde, yeni olanları yaratmanın da aracı. Tarihsel ve toplumsal gelişmelere,
siyasal erklere bağlı olarak varsıllaşan ya da yoksullaşan dil ve diller, konuşucularının
duyarlılıklarına, özenlerine, bilinçlerine ve üretimlerine bağlı olarak güzelleşmekte
ya da çirkinleşmektedir.
En
değeli toplumsal varlığımız olan dilimizin, önümüzdeki yıllarda ve yüzyıllarda
var olması, varlığını sürdürmesi bize, yani bu dili kullananlara bağlı. Bu
bilinçle, hepinize saygılar sunarım.
Not:
Bu yazı Fransa Atatürkçü Düşünce Derneği ile Paris Anadolu Kültür Merkezi’nin 10 ve 11 Nisan 2011 tarihlerinde, Paris’te, ortaklaşa düzenledikleri konferanslardaki bir konuşmamdan uyarlanmıştır.
Alıntılar:
- Kuban, Doğan, “Dil Sorunu En Duru Kimlik Sorunudur”, Öğretmen Dünyası Dergisi, Ankara, Ocak 2011.
- Eşme, İsa, “18. Milli Eğitim Şurası ve Eğitim 2023 Vizyonu”, Öğretmen Dünyası Dergisi, Ankara, Aralık 2010.
- Yücel, Hasan-Ali, “Hürriyet gene Hürriyet”, Der: Canan Yücel Eronat, TC Kültür Bakanlığı Yay. Cilt II, s.891, Ankara, 1998.
- Yücel, Tahsin, “Türkçenin Kurtuluş Savaşı”, Cumhuriyet Yay., ss. 13-14, İstanbul, 2000.
- Geniş bilgi için bkz. “Yabancı Dilde Öğretim”, Öğretmen Dünyası Dergisi Özel Sayısı, Şubat 1995, sayı: 182. / Ali Demir, “Küreselleşme Sürecinde Yabancı Dil Öğretimi Sorunsalı”, Koliden yay., Mersin, 2005. / Ali Demir, “Uluslararası Gelişmeler ve Türkçenin Durumu”, ADD, Mersin, 2004.
- Hengirmen, Mehmet, “Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü”, Engin Yay., Ankara, 1999.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder