16 Haziran 2012 Cumartesi

TÜRKÇENİN MÜZİĞİNE İLİŞKİN SAPTAMALAR




  TÜRKÇENİN MÜZİĞİNE İLİŞKİN BAZI SAPTAMALAR

                                        Ali Z. Demir

     Ünlüleri çok olan dillerden biri Türkçe. “Vokalik” bir dil diyor Fransızlar buna. Ünlü-ünsüz uyumları daha müziksel bir tını katıyor ona. Böyle olunca da, salt Türkçe sözcüklerden oluşan bir metnin, bir şiirin sesletimi; vurgusu ve ezgisiyle kulağa çok hoş geliyor. Biz, sürekli duyduğumuz, kanıksadığımız için bunun ayırtına varamıyoruz belki. Sözünü ettiğim, Türkçe sözcüklerden oluşan bir metnin sesletimi ya da konuşucunun söyledikleri. Ancak, aynı dil, başka dillerden ödünçlenen sözcük ve tamlamalarla tam bir “çorba” dile, bir tür “kakafoniye” de dönüşebiliyor. Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Latince, Yunanca gibi dillerden alınan sözcüklerle örülü bir Türkçenin ne güzelliği kalıyor ne uyumu ne de müzikliği.
      Türkçenin, kendi içindeki tutarlılığı bir yana, oldukça da “tutucu” bir dil olduğunu söylemek de olası. Farsçanın, Arapçanın, Fransızcanın, 1950’lerden sonra da İngilizcenin kuşatmalarına, birtakım yöneticilerin ve okumuşların tüm değerbilmezliklerine karşın, halkın ve bilinçli aydınların çabalarıyla ayakta kalması, varlığını sürdürmesi, bir ulus dili olma niteliğini koruması, biraz da buna bağlı olsa gerek. Konuya ilişkin birkaç gözlemimi paylaşmak istiyorum.
     1981-1985 yılları arasında, Fransa’nın Nancy II Üniversitesi’nde, “Uygulamalı Dilbilim” alanında doktora çalışması yapıyorum. Doktora hazırlık derslerinden biri de “Uygulamalı Sesbilim”. Dersin sorumlusu ve sesbilim işliği  müdürü Profesör Ferdinand Carton, İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünden değerli öğretim üyesi Berke Vardar’la tanışıyor. Türkçeye ilişkin okuduğu ya da duyduğu bazı kuramsal bilgiler kendisini doyurmamış olacak ki, ilerlemiş yaşına karşın, bu alanda doktora çalışması yapacak bir Türk öğrenci arıyor. Lisans ve yüksek lisans derslerinde, dönüp dolaşıp Türkçeden, Türkçenin sesçil yapısından, ünlü-ünsüz uyumlarından örnekler veriyor. Verdiği örneklerin doğru ya da yanlış olup olmadıklarını da bana soruyor. Alanın uzmanı olmadığım için; onay verdiklerimden, söylediklerimden kuşkulanmaya, dahası utanmaya başlıyorum. Fransızca öğretmeniyim, Fransızcanın birtakım dilbilimsel özelliklerini biliyorum da, Türkçeye ilişkin bilgilerim çok sınırlı. Nasıl olsa anadilim, edinip gitmişim farkında olmadan. Türkçe Dilbilgisi derslerinde de dilin kullanımından, işleyişinden çok, ezbere dayalı dil bilgileri verilmiş hep. Bir öğrenci, kendi dilinin sınavında kopya çeker mi hiç?…
     Bir gün,M. Carton, ders sonrasında çalışma odasına çağırıp, üç ay sonra vereceğim seminerin konusunun “Türkçenin Ses Yapısı” olacağını; Nancy Üniversitesinde yeterli kaynak bulamazsam, Strasbourg ve Paris Üniversiteleri ile Ulusal Kütüphanede yapacağım araştırmalarla ilgili her türlü giderlerin üniversite tarafından karşılanacağını, seminere öğrencilerin dışında öğretim üyelerinin ve yardımcılarının da katılacağını, konunun birçok araştırmacıyı ilgilendirdiğini söylüyor. Türkçenin sesbilgisi konusunda doktora çalışması yapmadığım için de biraz kırgın davranıyor sanki. Paçalarım tutuşuyor elbette. Her şey bir yana, anadilime ilişkin söyleyeceklerimin doğru ve doyurucu olması gerekiyor becerebildiğimce. Sırada başka dersler, başka seminerler, bir de hazırlık tezinin yazımı tasarısı var. Okudukça yeni okumalar, araştırdıkça yeni araştırmalar birbirini kovalıyor. Uykularım kaçıyor iyiden. Pişman oluyorum ya da ediliyorum bu konuyu tez konusu olarak seçmediğime…
     Kış dinlencesinden yararlanarak Paris’e gidiyorum. Louis Bazin ve Alfred Morer’in “Türkçe Dilbilgisi” kitaplarını, Doğu Dilleri ve Ekinleri Ulusal Enstitüsü’ndeki (INALCO) makaleleri inceliyorum elimden geldiğince, zamanım elverdiğince. Söz konusu yapıtlardaki yaklaşımların, kuralların ya da örneklemelerin yarı Türkçe, yarı Osmanlıca olduklarını, bu tür örnekler ve çıkarımlarla sağlıklı bir Türkçe sesbilim, sesbilgisi, dilbilim, dilbilgisi, vb. çalışmalarının yapılamayacağı sonucuna varıyorum kendimce. Türkiye’den getirttiğim Doğan Aksan, Ömer Demircan ve Nevi Selen’in kitapları daha doyurucu geliyor diğerleri yanında.  
     Paris dönüşü, Nancy Üniversitesinin elektronik kayıt ve çözümleme araçlarıyla donatılmış sesbilim işliğinde, Türkçenin ses yapısına ilişkin birtakım deneysel çalışmalar yapıyoruz M. Carton’un yardımcısı Philippe Deschamps’la. Örneğin; biri salt Türkçe sözcüklerden, diğeri ise Osmanlıca sözcükler ağırlıklı iki metin hazırlıyorum sesbilim çözümlemelerini yapmak için.  Ben, önümüzdeki sesalıcısına metinleri okurken, Philppe de, karşımızdaki bilgisayarın ekranında seslerin dalga boylarını ve genişliklerini izliyor, yazıcıdan aldığı çıktıları inceliyor. Türkçe bilmediği halde, kısa süre içinde, hangi sözcüklerin Türkçe, hangilerinin “yabancı” olduklarını sezinlemeye, ekrandaki dalga boylarına bakarak tepki vermeye başlıyor. Sonuçlar, nerdeyse birbirini olumsuzlayacak denli ilginç çıkıyor. Çok kaba bir benzetmeyle, Türkçe sözcüklerden oluşan metindeki seslerin bilgisayardaki görüntüleri sağlıklı bir bireyin yürek grafiklerinin görüntülerini andırırken, Osmanlıca metnin çözümü de, daha çok, yürek çarpıntısı geçirmekte olan bir hastanınkini imliyordu.
     Konuşmamı Fazıl Hüsnü Dağlarca ile öğretmenim Tahsin Saraç’tan aldığım iki Türkçe şiir ve Nedim’den aldığım bir Osmanlıca şiirle bitiriyorum. Seminere katılanlar, neyin Türkçe, neyin Türkçe olmadığını anlamakta zorluk çekmiyorlar kuşkusuz. Seminer sonunda, M. Carton, kendi saptamalarını yaparken, Türkçenin, (Öz Türkçenin) yapısıyla, sesletimiyle, ünlü-ünsüz uyumuyla, vurgusu, ezgisiyle ne denli ilginç, ne denli “müzikal” bir dil olduğunu, bu çerçevede yapılacak çalışmalardan, dilbilim adına çok önemli sonuçlar ve uygulamalar elde edilebileceğini vurguluyor. Doktora tez konusu arayışında olan Nebahat Açıktan’la tanıştırıyorum kendisini.

     Öğrenciliğim ve öğretmenliğim sırasında, Fransızcanın çok güzel, çok “melodik” bir dil olduğunu sıklıkla duyardık da, kimse Türkçe için aynı şeyleri söylemezdi nedense. Daha sonraki yıllarda, birtakım yurtdışı deneyimlerimde, Türkçe gündeme geldiğinde, Türkçe bir şiir, bir türkü söylendiğinde, benzer şeyleri yabancılardan, özellikle de Fransızlardan duymak çok hoşuma giderdi. Ne söylediğini anlamasalar da, Ruhi Su’nun  sesini duymaktan, Genco Erkal’ın ağzından Nazım Hikmet ve diğer ozanlarımızın şiirlerin Türkçe dinlemekten büyük tat aldıklarına tanık oldum. Salt bu nedenlerle Türkçe öğrenmek isteyenlerle karşılaştım. Sabahattin Eyuboğlu’nun “ Şiirle Fransızca” denemesinden yararlanarak, bir tür “Şiirle Türkçe” yaklaşımı yolunu izleyerek. Zaman zaman tökezlesem de, mutluluk duydum hep Türkçeyi yabancılara öğretmekten. Daha da önemlisi, Türkçeyi daha çok sevmeme, dilimi daha özenli kullanmama, dil bilincimi pekiştirmeye kaynaklık etti bu uğraşılarım.    
     Bir dili güzel konuşmanın, güzel seslendirmenin ne denli önemli olduğunu başta öğretmenler ve öğrenciler olmak üzere, sesle iş yapan, toplum karşısında konuşan, belli bir dil bilinci olan herkes çok iyi bilir kuşkusuz. Ancak, ne yazık ki, bu bize erken yaşlarda, evde, okulda ve çevrede, gerektiği gibi öğretilmedi, öğretilmiyor. Hele hele, basın-yayın organları ve iletişim ağının bu denli geliştiği, yaygınlaştığı iletişim çağında, başta televizyonlar olmak üzere, bir çok yönden, tam bir bildirişim fırtınası altında olmamız; yalnız sözcük, kavram ve terim düzeyinde değil, aynı zamanda yanlış sesletim, vurgu ve tonlama düzeylerinde de, çarpık kullanımlara sürüklüyor toplumumuzu. Sokakların dilinden başlayarak, Türkçeyi dışlama sapkınlığı, televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları, internet aracılığıyla evlerimize, odalarımıza dek giriyor; çocuğu, genci ve yaşlısıyla tüm toplumumuzu kuşatıyor. Her gün, televizyonları kullanan sorumluluk düzeyindeki siyasetçiler, konuşucular ve sunucuların, küreselleşmenin bu “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” anlayışsına “dur” demeleri gerekirken, dil kullanımı ve sesletiminde büyük bir aymazlık içindeler. Öyle ya, yaşam biçimi ve yönetim anlayışında Osmanlıya benzemek çabasında olanların, dil kullanımlarında da farklı bir tutum içinde olmaları beklenemez elbette. Cami imamlarının konuşmalarını andıran son hece vurgulu Türkçe ya da Amerikan-İngiliz  aksanlı dil kullanımlarıyla yatıp kalkıyoruz  her gün. anlatımlar.Üstelik, “ileri demokrasiyi” ağızlarından düşürmeyenler, istedikleri her şeyi, istedikleri gibi asıp, kesip, doğrayıp “millet adına” halka sunarken, dilimizin de kendi payına düşeni alması, gerçek bir karmaşanın içine sürüklenmesi kaçınılmaz görünmektedir. “Her şeyi ben bilirim. Dilim var konuşurum. İstediğim kelime ve tertipleri seçer, istediğim manaları yükler, istediğim yerlere millet adına nokta koyar; söve söve, döve döve de millete yuttururum. Kim karışabilir bana?...”.   
    
     Gerçekten de, cumhuriyetimizin ilk evrelerini, Atatürk’ün ve onun izinde gidenlerin dil duyarlılıklarını bir yana bırakırsak, toplumun genelinde Türkçe-Osmanlıca, hatta Arapça-Fransızca-İngilizce-Arapça ikileminden, üçleminden ya da dörtleminden kurtulamadık bir türlü. Türkçeyi yadsırken, dışlarken, diğer dilleri göklere çıkardık, kutsadık nerdeyse. Aydınlanmanın A’sından haberi olmayanlar, Türkçe ezanla alay edip, Arapçayı Tanrı dili sayarken, bunun üzerinden siyaset yapmaktan utanmadılar ne yazık ki!...Şimdilerde de, becerebilirlerse eğer, yeni eğitim-öğretim izlenceleriyle iyiden Arapçalaştırmak istiyorlar dilimizi, dinimizi, bilincimizi ve toplumumuzu. Tarih hiç yaşanmadı sanki!...

     Ülkemizin birliği, dirliği ve esenliği için dilimizi önemsememiz, kendimizle ve toplumumuzla barışık olabilmek için ona sıkı sıkıya sarılmamız, yücelmek için öncelikle onu yüceltmemiz kaçınılmaz görünmektedir. Unutmamak gerekir ki, bir dil konuşucularının ağzında korunur, gelişir, güzelleşir ya da bozulur, güdük kalır, çirkinleşir ve ölüp gider. Dünden bugüne kalan en temel öğretilerden biri de bu olsa gerek…