29 Mayıs 2012 Salı

KÖY ENSTİTÜLERİ’NE GİDEN YOL VE ÇAĞDAŞ EĞİTİM*



             
                                                                            Arifiye!
                                                                            Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi
                                                                            Süleyman Edip bey müdürün adı
                                                                            Bir yol da burada duralım
                                                                            Ellerinde nasır, yüzlerinde nur
                                                                            Yarına umutla yürüyenlere
                                                                             Bir selam uçuralım

                                                                                                 Orhan Veli
                                                                                              (Destan Gibi 1946)

      Tüm ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de eğitim-öğretim-öğrenim sorunları, yönetimlerin temel uğraş alanlarının başında geliyor. Hele hele, büyük bir hızla değişen dünyamızda, çağı yakalamak, bilgi ve becerileriyle çağdaş insanı yetiştirmek, başka uluslarla yarışmak, daha da önemlisi ayakta kalabilmek, varlığını sürdürmek, bu süreci çok iyi değerlendirmekle olası. Dolayısıyla, yöneticilerin olay ve olgulara bakış açıları, bu konulara kafa yormayan büyük halk kitlelerinin bakış açılarından daha geniş, daha ulusal ve evrensel olmak zorunda. Cumhuriyeti kuranların, çağdaş dünyaya doğru büyük adımlarla yol almalarının gizi burada yatıyor olsa gerek.

      Mustafa Kemal Atatürk’ün öğrencilik döneminden başlayarak; yazın, dil, din, tarih, toplumbilim, ekonomi, hukuk, eğitim, hukuk, matematik, insan hakları ve yurttaşlık gibi çok geniş çerçevede okuduğu, önemli bulduğu düşüncelerin altını çizdiği; “önemli”, “çok önemli” gibi notlar düştüğü, arkadaşlarıyla üzerinde tartıştığı konular bunun en somut kanıtı sayılmaz mı?
      Kurtuluş Savaşı yıllarında, TBMM’de, Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkilerine ilişkin yasa önerisi gündeme geldiğinde yaptığı konuşmada, şöyle seslenmektedir milletvekili arkadaşlarına:
      … Efendiler, meşruti nazariyeyi bulan en eski filozofların nazariyeleri kurabilmek için çalıştıkları esasları tetkik ettim, bunlara nüfuz ettim. Jean-Jacques Rousseau’yu baştan nihayete okuyunuz. Ben okudum.”[1]

     Nasıl Batı Aydınlanması, Ortaçağ karanlığından Yeniden Doğuş (Rönesans) ve Yeniden Yapılanma (Reform) hareketleriyle yaşamın her alanına eleştirel usu egemen kılarak gerçekleşmişse, çok geç kalınmakla birlikte, başta Atatürk olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar da bu yolu izlemişlerdir. 29 Ekim 1923’ten birkaç ay sonra, 3-4 Mart 1924’te çıkarılan “Devrim Yasaları”,
       * 21-04-2012 tarihinde, Mersin DKÖ’nin düzenlediği etkinlikte yaptığım konuşma.
     Prof. Dr. 19 Mayıs Üniversitesi (E) Öğretim Üyesi, pralidemir@gmail.com
   
   
    1924 Anayasası’nın onanması, dine dayalı mahkemelerin kaldırılması, Türk Medeni
    Yasası, Öğretim Birliği Yasasıyla eğitimin laikleştirilmesi, kız-erkek eşitliğinin       sağlanması, Türkçenin ses yapısına uymayan Arapça abeceden Latin temelli yeni
    Türk abecesine geçilmesiyle okur-yazarlık seferberliğinin başlatılması, Dil Devrimiyle halkın anlamadığı yabancı dillerin egemenliğinden kurtulma çabaları, Halkevleriyle Cumhuriyet düşüncesinin yerleşmesi yolunda sağlam temellerin atılması ve 1938’de Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Hasan Ali Yücel ve arkadaşlarının girişimiyle doruklaştırılmak istenen çok yönlü Aydınlanma Devrimi.
     
      İşte Köy Enstitüleri de bu devrimin önemli ayaklarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, Hasan Ali Yücel döneminde başlatılan; basın-yayından eğitime, dilbilgisi çalışmalarından büyük çeviri imecesine, kırsal kesimdeki halk eğitimi kurslarından Köy Enstitülerine, coğrafya kurultayından beden eğitimi ve spor kurultayına, eski eserler ve müzeler danışma kurullarından güzel sanatlar alanında on yıllık yayın, Halkevleri, Devlet resim-heykel sergilerine, Devlet konservatuarına, dil ve terim çalışmalarından ders kitaplarının ve Anayasa’nın anlaşılır bir Türkçeyle yeniden yazımına, çok sayıda dergi ve kitap yayınından ansiklopedilerin çıkarılmasına, üniversite, fakülte ve yüksekokul açılışlarından çağdaş bir üniversite yasasına, yazım kılavuzundan alan sözlüklerine dek, İkinci Dünya Savaşı koşullarında, yaşamın her alanını kucaklayan aydınlanmacı girişimler, büyük ölçüde başarıya ulaştırılmış, daha sonra gelen yöneticiler tarafından birçoklarının köküne kibrit suyu dökülmek istenmişse de, etkileri günümüzde de yankılanmaktadır.

      Bugün Köy Enstitüleri, kuruluş yasasının çıkarılmasından 72 yıl sonra, ülkemizin dört bir yanında tartışılıyorsa eğer, bu etkinin ve yankılanmanın ne denli büyük olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Köy Enstitüleri’nde yaşam bulmuş öğretim-öğrenim-eğitim ilkeleri ve uygulamaları ülke sınırlarını da aşarak, dünyanın başka ülkelerine de esin kaynağı olmuş, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından kalkınmakta olan ülkelere örnek alınması gereken kurumlar olarak önerilmiştir. 1997’de, Hasan Ali Yücel’in doğumunun yüzüncü yılında, dünya ölçüsünde anılmaya değer kişilikler arasında yer almasının temel nedenlerinden biri de, bu kurumları yaşama geçiren eğitim bakanı olmasıdır. Son otuz-kırk yıldan beri, eğitim-öğretimle ilgili araştırma yapan, daha bilimsel, daha çağdaş bir dizge arayışı içinde olan Avrupa Konseyi (AK), Avrupa Birliği (AB), UNESCO, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve diğer araştırma kurumlarının öne sürdükleri, üzerinde anlaştıkları temel ilkeler ve yaklaşımların, İkinci Dünya Savaşı koşullarında Türkiye’de yaşam bulan Köy Enstitüleri deneyimiyle, büyük ölçüde ortaya konduğunu görüyoruz.

      Sözünü ettiğim bu kurumların üzerinde anlaştıkları temel ilkeler aşağı yukarı şöyle sıralanmaktadır:
      Öğretim-öğrenim-eğitim süreçleri; öğrenci odaklı, öğrencinin gereksinimlerine uygun, işlevsel, demokratik, laik, katılımcı, olanak eşitliğine dayalı, yapmasını ve olmasını bilmeye  yönelik,  işbirlikçi ve dayanışmacı, öğrenmesini öğreten, sorgulayıcı, eleştirel, yaratıcı, bireyin aydınlanmasına, kişilik kazanmasına, kendi ayaklar üzerinde durmasına, güven duymasına ve mutluluğuna kaynaklık edecek biçimde dizgeleştirilmelidir… Bunlara başkalarını da eklemek olasıdır elbette.
    
      Bugün, başka ülkelere örnek olarak gösterilen Finlandiya’da, başarının kaynağında, 1970’li yıllardan beri  uygulanan eğitim-öğretim dizgesinin özünde; bireylerin genetik özelliklerine ve gereksinimlerine uygun etkin ve işlevsel kişilik eğitimi, demokratik katılımcılık ve yaratıcılık yatmaktadır.
     
      Köy Enstitüleri’ne  Giden Yol

      Bu kurumlar, 1923 Kurtuluş ve Kuruluş felsefesini, Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştirme yolunda, önemli görev ve sorumluluklar üstlenmiş kişilerin eseridir. Bu nedenlidir ki, Mustafa Kemal Atatürk, Kuruluş yıllarında, Genç Cumhuriyet’in eğitim-öğretiminin genel çerçevesini çizerken, Köy Enstitüleri’ne benzer bir okulu imliyor:
     Eğitim-öğretimde kullanılacak yöntem, bilgiyi insan için gereksiz bir süs, bir baskı aracı ya da uygar bir zevkten çok, maddi yaşamda başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanışlı bir aygıt durumuna getirmektir.” (1923)[2]
  
    Yine 1923’te yaptığı bir başka konuşmasında da şöyle diyor:
    “Ulusal eğitimin amacı yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok ülkeye ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, devrimci, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek yetenekte, dürüst, düşünme gücü yerinde, iradeli, yaşamda rastlayacağı engelleri aşma gücü olan, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de, öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir.”[3]

     Atatürk’ün, 1924’te yaptığı şu saptaması da, günümüzde olup bitenlere somut gönderme gibi:
    “Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu (bugün, bir milyar üç yüz milyon) aşan İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca eğitimiyle eğitim ve ahlak almaktadırlar. Ancak, ne yazık ki, olayın gerçeği şudur; bütün bu milyonlarca insan yığınları, şunun ya da bunun tutsaklık ve alçalma zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak, onlara bu tutsaklık zincirlerini kırabilecek insanlık erdemini verememiştir, veremiyor. Çünkü eğitim hedefleri ulusal değildir.”[4]

      Mustafa Kemal Atatürk’ü en iyi anlayan yakın silah arkadaşı ve aydınlanma yoldaşı İsmet İnönü, cumhurbaşkanı olduğu dönemde, 7-8-1944 tarihinde, Köy Enstitüleri Dergisi için şunları yazıyor, “İlköğretim Davamız” başlıklı yazısında:
     “Vatandaşlarım emin olsunlar ki, ilköğretim davası üç beş yıl sürecek saman alevi cinsinden heveslerle neticelenmez. Biz, seneler sürecek en kuvvetli irade ve sebatla meseleyi takip edecek kabiliyette adamlar olduğumuzun imtihanını milletimize karşı ilköğretim davasında göstereceğiz.
      Türk milleti ilköğretimde göz diktiği amaca vardıktan sonra, büsbütün başka kudrette bir varlık olacaktır. İstihsalimiz, yani kazancımız bu sayede çok artacak; memleket yüksek bir teknik kabiliyet edinecek; büyük milletimizin yaradılıştaki kabiliyetleri içinde insanlığın bütün iyi vasıfları engin değerler olacaktır. Çok kuvvetli, çok
      kıymetli bir millet olmanın çaresi, ilköğretimin tamamlanması ile elde edilmeğe başlanır.”[5]

     Keşke aynı İnönü, bir buçuk yıl sonra kurulan hükümette, Hasan Ali Yücel yerine Nazi hayranı Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı olarak atamasaydı da, Köy Enstitülerinin yıkılışına seyirci kalmasaydı…

     Adını andığım dergide, Hasan Ali Yücel ise, “Ülkümüzün Yolculuğu” başlıklı yazısında şu saptamayı yapıyor:
    “Cumhuriyet, laiklik ilkesiyle milletimizin ana meseleleri tabiat-üstü görüşten alıp tabiat-içi anlayışa getirerek cemiyet hayatımızda kesin, verimli bir değişme yaptı. Onun içindir ki, 1923 yılından önceki asırlar uzunluğunda bir hayat anlayışı tarihe karıştı ve göçtü; 1923 yılından bu tarafa yepyeni yaşayış filizlenmeye başladı. Bütün yenilikler köklü tedbirler, devlet ve millet kalkınmaları; hep bu kaynaktan fışkırdı, hep bu inkılapçı özden ilk hızını aldı. Bugün ne biliyorsak müspet bilgiden, ne istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz. Bilimin ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fiziğin ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla tek tanrının birleştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve anlayış, bu birleşmede tam serbesttir.
     Cumhuriyet, bu anlayışın önüne dikilen engelleri yıkmadıkça Türk milleti ilerleme yolunda hangi çareye başvurduysa, hemen her zaman ortalama tedbirlerle duraklayıp kaldı ve bir türlü başarı isteklerini gerçekleştiremedi. (…)
     (…) Bu yönetimin en köksel hareketi, son yılların öğretim savaşında toplanır. Bu hareket, basit bir okuma yazma işi değildir. Bu hareket, istatistiklerde bir rakam artması, bu hareket, günlük bir politika başarısı değil(…), benlikten sıyrılmak, ‘biz içinde ben olmak’ tır. Gerçek ahlak budur, milli ahlak budur. Çünkü ilk vazifemiz, benlikten sıyrılıp yaşamak ve bu duyguda milletimizi yaşatmaktır. Milleti sevmeden ne aileyi, ne insanlığı sevebiliriz.(…)
     Bütün bu düşünceler, bir ana fikirde toplanıyor; ne için yaşadığımızı bilmek. Fikirlerin en güçlüsü, başı ve sonu. İşte ülkü budur. Gerçek sevgi budur. İyi yaşayarak, yaşamımızın amacını iyi bilerek ve ona yaklaşmanın saadetini duyarak, kaderimizin bizi getireceği son ana, güler yüzle, gözümüz arkada kalmaksızın varmak…Hayatı, vazifenin bittiği anda bitirmek… Ne aldanmak, ne aldatmak, ne avunmak, ne avutmak. Gözü pek, yüreği yumuşak olmak. Doğruyu kuşun ötmesi gibi sıkıntısız söyleyebilmek. Tabiatın yok ettiği anda cemiyetteki varlığının en yükseğine varmak. İnanmayanları inandırmak. Küsmeden, kızmadan sapıkları yola getirmek; uyuyanları uyandırmak. İğrenmeden kirleri temizlemek. Büyükleri saymak, küçükleri sevmek.
    Her zaman içimden hecelediğim bu gerçek kuralları tekrar ederken yağız çehreli, kesik saçlı, sakalı bıyığı tıraşlı, temiz yüzlü, canlı, milletine inanan yeni bir neslin arasına katıldığımı duyuyorum. Bu aydın kalabalığın içinde yerim nerede olursa olsun, varacağı noktayı bilen bir yolcunun güvenli yürüyüşündeyim. Ayakları tutmaz olanlar
      çıksa bile, onlar bu kafileden ayrılmayacaklardır. Sağlarında ve sollarında
      yürüyenler, bu kötürümlerin koltuklarına girip büyük amaca doğru onları
      yürüteceklerdir.
     Millet için yaşamda biriz, ölmede beraberiz. Türk olmanın bahtiyarlığında kardeş,                    Türkü bahtiyar etmeye arkadaş ve ülküdaşız.”[6]

     İşte bu anlayışı yaşama geçiren, Köy Enstitülerinin taşında, toprağında, alın terinde en büyük emeği olan, Köy Enstitülülerin babası sayılan İsmail Hakkı Tonguç, bu uğraşısının düşünsel temellerini oluşturan “Eğitim Yolu İle Canlandırılacak Köy” adlı yapıtında, “eski okul-yeni okul” karşılaştırmasını şöyle yapıyor:
      Eskimiş okul demek türlü bakımlardan değerini kaybetmiş, öğrencilerine ve çevresine fayda sağlamayan hatta bazı yönlerden onlara yük olan veya zararı dokunan okul demektir. Eskiyerek değersizleşmiş, toplum için bir yük haline gelmiş okul, çocukları eğiteceği yerde soysuzlaştırdığı, onların sağlığı için zararlı olduğu için zararlı okuldur… Okulu eskitmek veya yenileştirmek için yapılan işlerin çoğu öğretmenle ilgilidir. Onun için her öğretmenin eski okulla yeni okul arasındaki farkı iyi bilmesi gerekir. Bunların bir kısmı şunlardır:
     1. Öğretmeni çok konuşan, öğrencileri hep dinleyen; öğretmeni emir veren,     öğrencileri    verilen emirlere boyun eğerek kendi kendine hareket edemeyen; öğretmeni   yönetmelik maddelerine esir olan; öğrencilerinde şahsi teşebbüs bulunmayan okul eski   okuldur.
2. Öğrencileri okuldan korkan, sınıf geçince veya okulu bitirince kitapları yırtıp atan; onlara serbest okuma zevki aşılamayan, önemli vatandaşlık bilgilerini öğretmeyen; çocuklara vücutlarının sağlığını koruyucu işlerin alışkanlığını kazandıramayan okul eski okuldur.
3. Çocuklara öğretilecek konuları köy hayatından almayan ve bunları köyün ihtiyaçlarına, özelliklerine göre düzenlemeyen; Çalışmalarına toprak ve ter kokusu sindirmeyen; onları tabiat olayları ve unsurlarıyla yoğuramayan; çevrenin gerçeklerine  ve sosyal olaylarına karşı ilgisiz kalıp bağlanamayan; öğretilecek bilgi ve hünerleri çocukların yaşlarına, seviyelerine uygun düşecek bir kıvama getirerek onlara mal edemeyen; bunları metotsuz ve gelişigüzel öğretmeye kalkışan; içinde hür bir hava esmeyen ve neşe fışkırmayan köy okulu eski okuldur.”[7]

      Tonguç’un değerlendirmesine göre, her düzeydeki bugünkü okullarımız “eski okul” ölçütlerine daha çok uymuyor mu? Ya yarınki okullar, 4+4+4 aymazlığıyla varacağımız yer?..

    Tonguç, 1942 yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılırken de şu ilgin saptamayı yapıyor:
      “Bu üniversiteyle olmaz. Yüksek Köy Enstitüsüyle biz, geleceğin üniversitesini hazırlıyoruz. 21.  yüzyılın insanının yetiştireceğiz.Türkiye bu üniversiteyle, Türkiye’nin yükseköğretim sorununu çözemez. 1933’te üniversite reformu yapıldı ama, üniversite geleneğinden kopamadı. Oturan bir kurumdur. Hareketsiz bir kurum. Biz bu kurumla, 21. yüzyıla hazırlanamayız… Daha hareketli, toplumla iç içe, toplumun içinde kanatları olan bir kurum olması gerek. Biz, Köy Enstitülerinde yüksek bölümler açacağız ve olması gerektiği gibi olacak. 21. yüzyılın insanını yetiştirebilecek bir kurum olacak”[8]

      Yetmiş yıl öncesinden günümüzün sessiz, suskun, kendi içine kapanık, topluma sırtını dönmüş, çağın gerisine düşmüş, kendi kendisiyle uğraşan, kendi insanlarını yutan, adı üniversite, kendisi “ucube” üniversiteleri görebilmek İsmail Hakkı Tonguç’a, İsmail Hakkı Tonguçlara özgü bir öngörü, bir bilinç, bir uygulama, bir uzgörü olsa gerek…
     
      Eğitim-öğretim dizgemiz yazboz tahtasına dönüştürüldükçe, tartışmadan, tartıştırılmadan, ortaçağcıl bir anlayışla Cumhuriyetin ve Aydınlanmanın tüm kazanımları adım adım tersine döndürüldükçe, geleceğimizle ilgili kaygılanmamak olası mı?
     Umut, toplumun ve doğanın eyetişimi (diyalektiği) doğrultusunda, usu ve yüreği aydınlıktan yana olanların işbirliği ve güçbirliği yaparak, Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinde imlediği gibi yırtıp atabilmekte bu “koyu karanlığı”…
     


 [1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.182-213.
[2] Mete, Bilge,  Mustafa Kemal Atatürk Diyor ki, Toroslu Kitaplığı, 2003, İstanbul, s. 57.
[3] ayg. s. 58.
[4] ayg. s. 59.
[5] İnönü, İsmet, « İlk Öğretim Davamız », Köy Enstitüleri Dergisi, I-VIII, 1954-1947, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Tanıtım Dizisi no: 17, 2005, Ankara, s. 8.
[6] Yücel, Hasan Ali, « Ülkümüzün Yolculuğu », ayg. s. 11.
[7] Tonguç, İsmail Hakkı, Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy,  Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Tanıtım Dizisi no: 5, 1998, Ankara.
[8] Tonguç, Engin, Bir Eğitim Devrimcisi İSMAİL HAKKI TONGUÇ, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınları, 2007, İzmir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder