Arifiye!
Şoför durdu,
Enstitü Mektebi, dedi
Süleyman Edip bey müdürün adı
Bir yol da
burada duralım
Ellerinde nasır, yüzlerinde nur
Yarına umutla yürüyenlere
Bir
selam uçuralım
Orhan Veli
(Destan Gibi 1946)
Tüm
ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de eğitim-öğretim-öğrenim sorunları,
yönetimlerin temel uğraş alanlarının başında geliyor. Hele hele, büyük bir
hızla değişen dünyamızda, çağı yakalamak, bilgi ve becerileriyle çağdaş insanı
yetiştirmek, başka uluslarla yarışmak, daha da önemlisi ayakta kalabilmek,
varlığını sürdürmek, bu süreci çok iyi değerlendirmekle olası. Dolayısıyla,
yöneticilerin olay ve olgulara bakış açıları, bu konulara kafa yormayan büyük
halk kitlelerinin bakış açılarından daha geniş, daha ulusal ve evrensel olmak
zorunda. Cumhuriyeti kuranların, çağdaş dünyaya doğru büyük adımlarla yol almalarının
gizi burada yatıyor olsa gerek.
Mustafa Kemal Atatürk’ün öğrencilik döneminden başlayarak; yazın, dil,
din, tarih, toplumbilim, ekonomi, hukuk, eğitim, hukuk, matematik, insan
hakları ve yurttaşlık gibi çok geniş çerçevede okuduğu, önemli bulduğu
düşüncelerin altını çizdiği; “önemli”, “çok önemli” gibi notlar düştüğü,
arkadaşlarıyla üzerinde tartıştığı konular bunun en somut kanıtı sayılmaz mı?
Kurtuluş Savaşı yıllarında, TBMM’de, Bakanlar Kurulu’nun görev ve
yetkilerine ilişkin yasa önerisi gündeme geldiğinde yaptığı konuşmada, şöyle
seslenmektedir milletvekili arkadaşlarına:
“… Efendiler, meşruti nazariyeyi bulan en
eski filozofların nazariyeleri kurabilmek için çalıştıkları esasları tetkik
ettim, bunlara nüfuz ettim. Jean-Jacques Rousseau’yu baştan nihayete okuyunuz.
Ben okudum.”[1]
Nasıl
Batı Aydınlanması, Ortaçağ karanlığından Yeniden Doğuş (Rönesans) ve Yeniden
Yapılanma (Reform) hareketleriyle yaşamın her alanına eleştirel usu egemen
kılarak gerçekleşmişse, çok geç kalınmakla birlikte, başta Atatürk olmak üzere,
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar da bu yolu izlemişlerdir. 29 Ekim 1923’ten
birkaç ay sonra, 3-4 Mart 1924’te çıkarılan “Devrim Yasaları”,
*
21-04-2012 tarihinde, Mersin DKÖ’nin düzenlediği etkinlikte yaptığım konuşma.
Prof.
Dr. 19 Mayıs Üniversitesi (E) Öğretim Üyesi, pralidemir@gmail.com
1924
Anayasası’nın onanması, dine dayalı mahkemelerin kaldırılması, Türk Medeni
Yasası, Öğretim Birliği Yasasıyla eğitimin laikleştirilmesi, kız-erkek
eşitliğinin sağlanması, Türkçenin
ses yapısına uymayan Arapça abeceden Latin temelli yeni
Türk abecesine
geçilmesiyle okur-yazarlık seferberliğinin başlatılması, Dil Devrimiyle halkın
anlamadığı yabancı dillerin egemenliğinden kurtulma çabaları, Halkevleriyle
Cumhuriyet düşüncesinin yerleşmesi yolunda sağlam temellerin atılması ve
1938’de Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Hasan Ali Yücel ve arkadaşlarının
girişimiyle doruklaştırılmak istenen çok yönlü Aydınlanma Devrimi.
İşte
Köy Enstitüleri de bu devrimin önemli ayaklarından biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Çünkü, Hasan Ali Yücel döneminde başlatılan; basın-yayından
eğitime, dilbilgisi çalışmalarından büyük çeviri imecesine, kırsal kesimdeki
halk eğitimi kurslarından Köy Enstitülerine, coğrafya kurultayından beden
eğitimi ve spor kurultayına, eski eserler ve müzeler danışma kurullarından
güzel sanatlar alanında on yıllık yayın, Halkevleri, Devlet resim-heykel
sergilerine, Devlet konservatuarına, dil ve terim çalışmalarından ders
kitaplarının ve Anayasa’nın anlaşılır bir Türkçeyle yeniden yazımına, çok
sayıda dergi ve kitap yayınından ansiklopedilerin çıkarılmasına, üniversite,
fakülte ve yüksekokul açılışlarından çağdaş bir üniversite yasasına, yazım
kılavuzundan alan sözlüklerine dek, İkinci Dünya Savaşı koşullarında, yaşamın
her alanını kucaklayan aydınlanmacı girişimler, büyük ölçüde başarıya
ulaştırılmış, daha sonra gelen yöneticiler tarafından birçoklarının köküne
kibrit suyu dökülmek istenmişse de, etkileri günümüzde de yankılanmaktadır.
Bugün Köy Enstitüleri, kuruluş yasasının çıkarılmasından
72 yıl sonra, ülkemizin dört bir yanında tartışılıyorsa eğer, bu etkinin ve
yankılanmanın ne denli büyük olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Köy
Enstitüleri’nde yaşam bulmuş öğretim-öğrenim-eğitim ilkeleri ve uygulamaları
ülke sınırlarını da aşarak, dünyanın başka ülkelerine de esin kaynağı olmuş,
Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından kalkınmakta
olan ülkelere örnek alınması gereken kurumlar olarak önerilmiştir. 1997’de,
Hasan Ali Yücel’in doğumunun yüzüncü yılında, dünya ölçüsünde anılmaya değer
kişilikler arasında yer almasının temel nedenlerinden biri de, bu kurumları
yaşama geçiren eğitim bakanı olmasıdır. Son otuz-kırk yıldan beri,
eğitim-öğretimle ilgili araştırma yapan, daha bilimsel, daha çağdaş bir dizge
arayışı içinde olan Avrupa Konseyi (AK), Avrupa Birliği (AB), UNESCO, Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve diğer araştırma kurumlarının öne
sürdükleri, üzerinde anlaştıkları temel ilkeler ve yaklaşımların, İkinci Dünya
Savaşı koşullarında Türkiye’de yaşam bulan Köy Enstitüleri deneyimiyle, büyük
ölçüde ortaya konduğunu görüyoruz.
Sözünü
ettiğim bu kurumların üzerinde anlaştıkları temel ilkeler aşağı yukarı şöyle
sıralanmaktadır:
Öğretim-öğrenim-eğitim süreçleri; öğrenci odaklı, öğrencinin gereksinimlerine
uygun, işlevsel, demokratik, laik, katılımcı, olanak eşitliğine dayalı,
yapmasını ve olmasını bilmeye yönelik, işbirlikçi ve dayanışmacı, öğrenmesini
öğreten, sorgulayıcı, eleştirel, yaratıcı, bireyin aydınlanmasına, kişilik
kazanmasına, kendi ayaklar üzerinde durmasına, güven duymasına ve mutluluğuna
kaynaklık edecek biçimde dizgeleştirilmelidir… Bunlara başkalarını da eklemek
olasıdır elbette.
Bugün, başka ülkelere örnek olarak gösterilen
Finlandiya’da, başarının kaynağında, 1970’li yıllardan beri uygulanan eğitim-öğretim dizgesinin özünde;
bireylerin genetik özelliklerine ve gereksinimlerine uygun etkin ve işlevsel
kişilik eğitimi, demokratik katılımcılık ve yaratıcılık yatmaktadır.
Köy
Enstitüleri’ne Giden Yol
Bu
kurumlar, 1923 Kurtuluş ve Kuruluş felsefesini, Aydınlanmacı Cumhuriyet
Devrimi’ni gerçekleştirme yolunda, önemli görev ve sorumluluklar üstlenmiş
kişilerin eseridir. Bu nedenlidir ki, Mustafa Kemal Atatürk, Kuruluş
yıllarında, Genç Cumhuriyet’in eğitim-öğretiminin genel çerçevesini çizerken,
Köy Enstitüleri’ne benzer bir okulu imliyor:
“Eğitim-öğretimde kullanılacak yöntem,
bilgiyi insan için gereksiz bir süs, bir baskı aracı ya da uygar bir zevkten
çok, maddi yaşamda başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanışlı bir aygıt
durumuna getirmektir.” (1923)[2]
Yine 1923’te yaptığı bir başka
konuşmasında da şöyle diyor:
“Ulusal eğitimin amacı yalnız hükümete
memur yetiştirmek değil, daha çok ülkeye ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, devrimci,
olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek yetenekte, dürüst, düşünme gücü
yerinde, iradeli, yaşamda rastlayacağı engelleri aşma gücü olan, karakter
sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de, öğretim programları ve sistemleri
ona göre düzenlenmelidir.”[3]
Atatürk’ün, 1924’te yaptığı şu saptaması da, günümüzde olup bitenlere
somut gönderme gibi:
“Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu
(bugün, bir milyar üç yüz milyon) aşan İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca
eğitimiyle eğitim ve ahlak almaktadırlar. Ancak, ne yazık ki, olayın gerçeği
şudur; bütün bu milyonlarca insan yığınları, şunun ya da bunun tutsaklık ve
alçalma zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak, onlara bu
tutsaklık zincirlerini kırabilecek insanlık erdemini verememiştir, veremiyor.
Çünkü eğitim hedefleri ulusal değildir.”[4]
Mustafa Kemal Atatürk’ü en iyi anlayan yakın silah arkadaşı ve
aydınlanma yoldaşı İsmet İnönü, cumhurbaşkanı olduğu dönemde, 7-8-1944
tarihinde, Köy Enstitüleri Dergisi için şunları yazıyor, “İlköğretim Davamız”
başlıklı yazısında:
“Vatandaşlarım emin olsunlar ki,
ilköğretim davası üç beş yıl sürecek saman alevi cinsinden heveslerle
neticelenmez. Biz, seneler sürecek en kuvvetli irade ve sebatla meseleyi takip
edecek kabiliyette adamlar olduğumuzun imtihanını milletimize karşı ilköğretim
davasında göstereceğiz.
Türk milleti ilköğretimde göz diktiği
amaca vardıktan sonra, büsbütün başka kudrette bir varlık olacaktır.
İstihsalimiz, yani kazancımız bu sayede çok artacak; memleket yüksek bir teknik
kabiliyet edinecek; büyük milletimizin yaradılıştaki kabiliyetleri içinde
insanlığın bütün iyi vasıfları engin değerler olacaktır. Çok kuvvetli, çok
kıymetli bir millet olmanın çaresi,
ilköğretimin tamamlanması ile elde edilmeğe başlanır.”[5]
Keşke
aynı İnönü, bir buçuk yıl sonra kurulan hükümette, Hasan Ali Yücel yerine Nazi
hayranı Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı olarak atamasaydı da, Köy
Enstitülerinin yıkılışına seyirci kalmasaydı…
Adını
andığım dergide, Hasan Ali Yücel ise, “Ülkümüzün Yolculuğu” başlıklı yazısında
şu saptamayı yapıyor:
“Cumhuriyet, laiklik ilkesiyle milletimizin
ana meseleleri tabiat-üstü görüşten alıp tabiat-içi anlayışa getirerek cemiyet
hayatımızda kesin, verimli bir değişme yaptı. Onun içindir ki, 1923 yılından
önceki asırlar uzunluğunda bir hayat anlayışı tarihe karıştı ve göçtü; 1923
yılından bu tarafa yepyeni yaşayış filizlenmeye başladı. Bütün yenilikler köklü
tedbirler, devlet ve millet kalkınmaları; hep bu kaynaktan fışkırdı, hep bu
inkılapçı özden ilk hızını aldı. Bugün ne biliyorsak müspet bilgiden, ne
istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz. Bilimin ve tekniğin sustuğu yerden
sonradır ki, fiziğin ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla tek tanrının
birleştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve anlayış, bu
birleşmede tam serbesttir.
Cumhuriyet, bu anlayışın önüne dikilen
engelleri yıkmadıkça Türk milleti ilerleme yolunda hangi çareye başvurduysa,
hemen her zaman ortalama tedbirlerle duraklayıp kaldı ve bir türlü başarı
isteklerini gerçekleştiremedi. (…)
(…) Bu yönetimin en köksel hareketi, son
yılların öğretim savaşında toplanır. Bu hareket, basit bir okuma yazma işi
değildir. Bu hareket, istatistiklerde bir rakam artması, bu hareket, günlük bir
politika başarısı değil(…), benlikten sıyrılmak, ‘biz içinde ben olmak’ tır.
Gerçek ahlak budur, milli ahlak budur. Çünkü ilk vazifemiz, benlikten sıyrılıp
yaşamak ve bu duyguda milletimizi yaşatmaktır. Milleti sevmeden ne aileyi, ne
insanlığı sevebiliriz.(…)
Bütün bu düşünceler, bir ana fikirde
toplanıyor; ne için yaşadığımızı bilmek. Fikirlerin en güçlüsü, başı ve sonu.
İşte ülkü budur. Gerçek sevgi budur. İyi yaşayarak, yaşamımızın amacını iyi
bilerek ve ona yaklaşmanın saadetini duyarak, kaderimizin bizi getireceği son
ana, güler yüzle, gözümüz arkada kalmaksızın varmak…Hayatı, vazifenin bittiği
anda bitirmek… Ne aldanmak, ne aldatmak, ne avunmak, ne avutmak. Gözü pek,
yüreği yumuşak olmak. Doğruyu kuşun ötmesi gibi sıkıntısız söyleyebilmek. Tabiatın
yok ettiği anda cemiyetteki varlığının en yükseğine varmak. İnanmayanları
inandırmak. Küsmeden, kızmadan sapıkları yola getirmek; uyuyanları uyandırmak.
İğrenmeden kirleri temizlemek. Büyükleri saymak, küçükleri sevmek.
Her zaman içimden hecelediğim bu gerçek
kuralları tekrar ederken yağız çehreli, kesik saçlı, sakalı bıyığı tıraşlı,
temiz yüzlü, canlı, milletine inanan yeni bir neslin arasına katıldığımı
duyuyorum. Bu aydın kalabalığın içinde yerim nerede olursa olsun, varacağı
noktayı bilen bir yolcunun güvenli yürüyüşündeyim. Ayakları tutmaz olanlar
çıksa bile, onlar bu kafileden
ayrılmayacaklardır. Sağlarında ve sollarında
yürüyenler, bu kötürümlerin koltuklarına girip büyük amaca doğru onları
yürüteceklerdir.
Millet için yaşamda biriz, ölmede
beraberiz. Türk olmanın bahtiyarlığında kardeş, Türkü bahtiyar etmeye arkadaş ve ülküdaşız.”[6]
İşte bu
anlayışı yaşama geçiren, Köy Enstitülerinin taşında, toprağında, alın terinde
en büyük emeği olan, Köy Enstitülülerin babası sayılan İsmail Hakkı Tonguç, bu
uğraşısının düşünsel temellerini oluşturan “Eğitim Yolu İle Canlandırılacak
Köy” adlı yapıtında, “eski okul-yeni okul” karşılaştırmasını şöyle yapıyor:
Eskimiş okul demek türlü bakımlardan
değerini kaybetmiş, öğrencilerine ve çevresine fayda sağlamayan hatta bazı
yönlerden onlara yük olan veya zararı dokunan okul demektir. Eskiyerek
değersizleşmiş, toplum için bir yük haline gelmiş okul, çocukları eğiteceği
yerde soysuzlaştırdığı, onların sağlığı için zararlı olduğu için zararlı
okuldur… Okulu eskitmek veya yenileştirmek için yapılan işlerin çoğu öğretmenle
ilgilidir. Onun için her öğretmenin eski okulla yeni okul arasındaki farkı iyi
bilmesi gerekir. Bunların bir kısmı şunlardır:
1. Öğretmeni çok konuşan, öğrencileri hep
dinleyen; öğretmeni emir veren, öğrencileri verilen emirlere boyun eğerek kendi kendine
hareket edemeyen; öğretmeni yönetmelik
maddelerine esir olan; öğrencilerinde şahsi teşebbüs bulunmayan okul eski okuldur.
2. Öğrencileri okuldan
korkan, sınıf geçince veya okulu bitirince kitapları yırtıp atan; onlara
serbest okuma zevki aşılamayan, önemli vatandaşlık bilgilerini öğretmeyen;
çocuklara vücutlarının sağlığını koruyucu işlerin alışkanlığını kazandıramayan
okul eski okuldur.
3. Çocuklara öğretilecek
konuları köy hayatından almayan ve bunları köyün ihtiyaçlarına, özelliklerine
göre düzenlemeyen; Çalışmalarına toprak ve ter kokusu sindirmeyen; onları
tabiat olayları ve unsurlarıyla yoğuramayan; çevrenin gerçeklerine ve sosyal olaylarına karşı ilgisiz kalıp
bağlanamayan; öğretilecek bilgi ve hünerleri çocukların yaşlarına, seviyelerine
uygun düşecek bir kıvama getirerek onlara mal edemeyen; bunları metotsuz ve
gelişigüzel öğretmeye kalkışan; içinde hür bir hava esmeyen ve neşe fışkırmayan
köy okulu eski okuldur.”[7]
Tonguç’un
değerlendirmesine göre, her düzeydeki bugünkü okullarımız “eski okul”
ölçütlerine daha çok uymuyor mu? Ya yarınki okullar, 4+4+4 aymazlığıyla
varacağımız yer?..
Tonguç,
1942 yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılırken de şu ilgin saptamayı
yapıyor:
“Bu üniversiteyle olmaz. Yüksek Köy
Enstitüsüyle biz, geleceğin üniversitesini hazırlıyoruz. 21. yüzyılın insanının yetiştireceğiz.Türkiye bu
üniversiteyle, Türkiye’nin yükseköğretim sorununu çözemez. 1933’te üniversite
reformu yapıldı ama, üniversite geleneğinden kopamadı. Oturan bir kurumdur.
Hareketsiz bir kurum. Biz bu kurumla, 21. yüzyıla hazırlanamayız… Daha
hareketli, toplumla iç içe, toplumun içinde kanatları olan bir kurum olması
gerek. Biz, Köy Enstitülerinde yüksek bölümler açacağız ve olması gerektiği
gibi olacak. 21. yüzyılın insanını yetiştirebilecek bir kurum olacak”[8]
Yetmiş
yıl öncesinden günümüzün sessiz, suskun, kendi içine kapanık, topluma sırtını
dönmüş, çağın gerisine düşmüş, kendi kendisiyle uğraşan, kendi insanlarını
yutan, adı üniversite, kendisi “ucube” üniversiteleri görebilmek İsmail Hakkı
Tonguç’a, İsmail Hakkı Tonguçlara özgü bir öngörü, bir bilinç, bir uygulama, bir
uzgörü olsa gerek…
Eğitim-öğretim
dizgemiz yazboz tahtasına dönüştürüldükçe, tartışmadan, tartıştırılmadan,
ortaçağcıl bir anlayışla Cumhuriyetin ve Aydınlanmanın tüm kazanımları adım
adım tersine döndürüldükçe, geleceğimizle ilgili kaygılanmamak olası mı?
Umut,
toplumun ve doğanın eyetişimi (diyalektiği) doğrultusunda, usu ve yüreği
aydınlıktan yana olanların işbirliği ve güçbirliği yaparak, Tevfik Fikret’in
“Sis” şiirinde imlediği gibi yırtıp atabilmekte bu “koyu karanlığı”…
[2] Mete, Bilge, Mustafa Kemal Atatürk Diyor ki, Toroslu Kitaplığı,
2003, İstanbul, s. 57.
[3] ayg. s. 58.
[4] ayg. s. 59.
[5] İnönü, İsmet, « İlk Öğretim
Davamız », Köy Enstitüleri Dergisi, I-VIII, 1954-1947, Köy Enstitüleri ve
Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Tanıtım Dizisi no: 17, 2005, Ankara, s. 8.
[6] Yücel, Hasan Ali, « Ülkümüzün
Yolculuğu », ayg. s. 11.
[7] Tonguç, İsmail Hakkı, Eğitim Yoluyla
Canlandırılacak Köy, Köy Enstitüleri ve
Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Tanıtım Dizisi no: 5, 1998, Ankara.
[8] Tonguç, Engin, Bir Eğitim Devrimcisi
İSMAİL HAKKI TONGUÇ, Yaşamı, Öğretisi, Eylemi, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri
Derneği Yayınları, 2007, İzmir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder