Türk diline kimseler
bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Aşık Paşa
Giriş :
Eğitimci, araştırmacı, şair, yazar, dilci, çevirmen,
düşünür, yazar, yazın tarihçisi, gazeteci, yönetici, siyasetçi, örgütçü, çağdaş
devlet adamı, bilim, sanat ve ekin insanı, devrimci Hasan Ali Yücel’in
aydınlanmacı ve insalcıl (hümanist) kişiliğini bir bütün olarak algılayabilmek,
yapıp ettikleri arasında, dil ve çeviri çalışmalarına neden bu denli önem
verdiğini anlıyabilmek için, onun hangi dönemde, hangi koşullarda yaşadığını, nasıl bir eğitimden ve yaşam deneyiminden
geçtiğini, hangi bilgi birikiminin ve bilincin insanı olduğunu bilmek
gerekiyor. Dolayısıyla, asıl konuya geçmeden önce, kısa özgeçmişini, aldığı
görevleri ve ürettiklerini anımsatmak istiyorum.
Kısa Özgeçmişi
17 Aralık 1897’de, İstanbul’da, Maliye
memurlarından Ali Rıza Bey’in çocuğu olarak dünyaya gelir. 1901-1906 yıllarında,
Yolgeçen Mahalle Mektebi’nde, 1906-1911 yıllarında, Mektebi Osmani’de,
1911-1915 yıllarında, Vefa İdadisi’nde okur. 1915’te, askere alınır. Dört yıl
sonra, 1919 yılında, girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin
Felsefe Bölümü’nü, 1922 yılında, bitirir. Aynı yıl evlenir ve İzmir Erkek
Öğretmen Okulu’nda öğretmenliğe başlar. Daha sonra, İstanbul Erkek Lisesi,
Kuleli Askeri Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapar. 1926 yılında,
Can ve Canan ikizler dünyaya gelirler. 1927’de, Milli Eğitim Bakanlığı İstanbul
Milli Eğitim Müdürlüğü’nde müfettişliğe atanır. 1930 yılında, Fransa’da öğrenci
müfettişliği görevinde bulunur. 1931 yılında, Mustafa Kemal’le yurt gezisine
katılır. 1932’de, yeni kurulan Türk Dil Kurumu’nun Kökenbilim (Etimoloji)
Bölümü Başkanlığına seçilir ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğüne getirilir. (Daha
sonraki yıllarda, en güvendiği yol arkadaşlarından olacak İsmail Hakkı
Tonguç’la burada tanışır). 1933’te de, Ortaöğretim Genel Müdürü olur. 1935’te,
İzmir Milletvekili olarak TBMM’ye girer, 1936’da, Gülümser adlı bir çocuğu daha
olur. 28 Aralık 1938’de, Celal Bayar hükümetinde, Eğitim Bakanlığı görevine getirilir.
Hep söylendiği gibi ; 7 yıl, 7 ay, 7 gün bu görevde kaldıktan sonra, Ağustos
1946’da, birtakım olumsuz gelişmeler karşısında, Bakanlık^tan ayrılıp,
gazetelerde köşe yazarlığını ve kendi kitaplarını yazmayı sürdürür. 1955-1960
yıllar arasında, İş Bankası Kültür Yayınları yöneticiliği, 1958’de, UNESCO
(Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) Milli Komisyonu Genel Kurul üyeliği,
27 Mayıs 1961’de, Kurucu Meclis üyeliği görevlerinde bulunur. 26.2.1961
tarihinde, geçirdiği yürek yetmezliği sonucu yaşama gözlerini kapar.
« Türk
Milli Eğitiminde önemli reformlar gerçekleştirdiği, Köy Enstitülerinin
kurucusu,
Bakanlığı
Döneminde Gerçekleştirdiği İşler
Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı
görevine başlar başlamaz, kollarını sıvayıp, yüzyıllardan beri gözardı edilmiş çok
sayıda işin üstesinden gelmeye çalışır: 2 Mayıs 1939’da, Birinci Neşriyat
Kongresi’ni toplar, Tercüme Komisyonunu oluşturur, 17 Temmuz 1939’da, Birinci Maarif Şurası’nı
toplayıp, ilk kez bir Milli Eğitim planı çıkartılır ve eğitimin köylerden
başlatılmasına karar verilir. Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisini açar,
İlköğretim Dergisi yayın yaşamına başlar, Tebliğler Dergisi yayımlanır, Güzel
Sanatlar Dergisi yayımlanmaya başlar. 28 Şubat 1940 tarihinde de, Tercüme
Bürosu’nu kurar ve çeviri seferberliğini başlatır. 17 Nisan 1940 tarihinde, Köy
Enstitüleri yasası çıkarılarak, bir yıl içinde 14 Köy Enstitüsü’nde eğitim-öğretime
başlanır. Bu sayı, 1943’te 20’ye çıkarılır. İslam Ansiklopedisi yayın yaşamına
girer, Devlet Konservatuvarı Kuruluş Yasası çıkarılır, Teknik Öğretim Dergisi
yayımlanır. Ders Kitapları Düzeltme Kılavuzu çıkarılır, Mesleki ve Teknik
Öğretim Müsteşarlığı kurulur, 6 Haziran 1941’de Birinci Coğrafya Kongresini
toplar, Gramer Komisyonu’nu toplantıya çağırır, Anayasa’nın dili
Türkçeleştirilir, İstanbul’daki Mühendis Mektebi Teknik Üniversite’ye
dönüştürülür. Erkek Sanat Enstitüsü sayısı 9’dan 75’e, Kız Sanat Enstitüsü
sayısı 2’den 37’ye ulaştırılır. 14 yeni lise ve 40 ortaokul açılır, Birinci
İmla Kılavuzu yayımlanır, Tarihi Vesikalar Dergisi çıkarılır. 1942
yılında, Hasanoğlan Köy Enstitüsü kurulur, Mesleki ve Teknik Okullar Yasası
çıkarılır, Ankara Üniveritesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü kurulur. 3 Temmuz
1943’te İstanbul Fen ve Edebiyat fakültelerinin temeli atılır. 8 Kasım 1943’te
Ankara Fen Fakültesi açılır, İnönü Ansiklopedesinin ve Sanat
Ansiklopedisinin ilk bölümleri
okurlarına ulaştırılır, Kadın-Ev Dergisi yayımlanır. 1944 yılı içinde, Eski
Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü kurulur, Türkçe Sözlük ve Hukuk Sözlüğü yayımlanır,
İstanbul Teknik Üniversitesi, İzmir Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu ve
Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü açılır. 16 Şubat 1945’te Eski Eserler ve
Müzeler Birinci Danışma Komisyonu toplanır, 19 Ekim 1945’te de Ankara Tıp
Fakültesi kurulur, Tercüme Dergisi yayın yaşamına başlar, İstanbul’da
Aşiyan Edebiyat-ı Cedide Müzesi açılır. 18 Şubat 1946’da Beden Eğitimi ve Spor
Şurası toplanır. Bu arada, Devlet Konservatuvarı ve Devlet Opera ve Tiyatrosu
ilk temsillerini vermeye başlarlar, müzecilik ve güzel sanatların her dalında
önemli düzenlemeler ve etkinlikler gerçekleştirilir, 13 Haziran 1946 tarihinde,
Üniversiteler yasası çıkarılarak, üniversiteler büyük ölçüde özerkliğe
kavuşturulur, Ankara Üniversitesi kurulur, terim sözlükleri çıkarılır, birçok
bilim dalının dili sadeleştirilir, Dilbilgisi ve yazım kurallarını içeren yeni kitaplar
yayımlanır. Tüm engellemelere, 2. Dünya Savaşı’nın her türlü yokluk ve
yoksunluklarına karşın, yaşamın her dalında, Batı’daki “Yenidendoğuş”
hareketini çağrıştırır bir biçimde, aradaki büyük zaman dilimini çok kısa bir
sürede kapatmak amacıyla, çok-yönlü ve çok-boyutlu Aydınlanma çabaları sürüp
gider Hasan-Ali’nin Bakanlığı döneminde.. Sevgili oğlu, şair Can Yücel’in
dediği gibi : « Geldi mi gidici / Hep hepp acele işi ».
Yapıtları
Hasan Ali Yücel, 64 yıllık ömründe, bütün bu
çalışmaların ve koşuşturmaların arasına, 36 kitap ve binin üzerinde yazı, makale,
konuşma sıkıştırmış; çalışkan, duru, sağlam, inançlı, örnek üretkenliğiyle, yeni
kuşakların tanıması gereken dev bir aydınlanmacı olarak Türk ve dünya eğitim
tarihine adını yazdırmış bir kişiliktir. Bu kişiliğin alyapısını oluştururken,
şu kitaplara imza attığını görüyoruz: Ruhiyat Elifbası (1924), Türk Edebiyatı
Numuneleri (1926), Sanat Musahabeleri (1928), Tarihi Kadim ve Doksanbeşe Doğru
(1928) (Tevfik Fikret’in Osmanlıca
yazılmış, anlaşılması çok zor bu şiir kitabı, sadeleştirilmiş biçimiyle, Türkçe
harflerle basılan ilk kitaptır), Mantık (1928), Mevlana’nın Rubaileri (1932),
Goethe Bir Dehanın Romanı (1932), Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış (1932), Dönen
Ses-Şiirler (1933), Fransız Maarif Teşkilatında Müfettişler (1934), Fransa’da
Kültür İşleri (1936), Bir Türk Hekimi ve Eseri (1937), Pazartesi Konuşmaları
(1937), Fazıl Ahmet-Hayatı ve Eserleri (1937), İçten Dıştan (1938), Türkiye’de
Ortaöğretim (1938), Sizin İçin-Çocuk Şiirleri (1938), Dört Hayvan, Bir
İnsan-Şiirler (1943), Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler I, II, III. (1947), Davam (1947), Davam İle İlgili
Davalar ve Neticeleri (1950), Mevlana-Manzum Levha (1952), Hürriyete Doğru
(1955), İyi Vatandaş İyi İnsan (1956), Kıbrıs Mektupları (1957), Edebiyat
Tarihimizden ( 1957), İngiltere Mektupları (1958), Dinle Benden (1960),
Hürriyet Gene Hürriyet c.I. (1960), Allah Bir (1961), Hürriyet Gene Hürriyet c.
II. (1966), Kültür Üzerine Düşünceler (1974) ve Okul Kitapları: İlkokul Okuma
Kitapları (Komisyon halinde), Mantık Dersleri (Liseler için), Yurt Bilgisi
(Rakım Çalapala ile birlikte)1
Batı’daki Aydınlanmanın
Bizdeki Yansıması
Batı Avrupa
Aydınlanlanmasını temelinde, birçok ekonomik ve toplumsal olayların arasında, ulusal
dil ve çeviri olgusu önemli yer tutmaktadır . Bilindiği gibi, Roma İmparatorluğu
yönetiminin, onun tinsel kolu olan Papalık’ın ve İncil’in dili Latincedir.
Dolayısıyla, İmparatorluk içindeki çok sayıda halkların farklı diller
konuşmalarına karşın, eğitim-öğretim başta olmak üzere, her türlü yönetim
işleri Latince üzerinden yürütülmektedir. Ancak, Doğu Roma İmparatorluğu
kurulduktan sonra, Eski Yunancanın ön plana çıkmasıyla, önemli yazışmalar ve
anlaşmalar her iki dilde de yapılmaya başlanmış, yoğun çeviri etkinlikleri
devreye girmiştir. Okula gidemeyen, tarlasında, bahçesinde, bostanında çalışan
halklar ise bu dillleri anlamamakta, kendi derebeyliklerinin, kendi
bölgelerinin, loncalarının, hatta kendi köylerinin dillerini konuşmaktadırlar. 15.
yüzyılda Girit’de, Floransa’da, daha sonra Avrupa’nın başka kentlerinde
kıvılcımlanan, Eski Yunanca ve Latince yapıtların bazı Avupa dillerine
çevrilmesiyle biçimlenen “Yenidendoğuş” (Rönesans) hareketi, dinsel alanda da
kendini göstermiş; 16. yüzyılda, Roma Katolik Kilsesi’in baskı ve egemenliğine
karşı çıkan, İncil’de yazılanların kendi halklarının dilleriyle anlaşılmasını
isteyen, Hollandalı Erasmus, ardından Alman Luther, Fransız Calvin gibi
birtakım din adamları ve düşünürlerin, İncil’i kendi dillerine çevirmesiyle, “Yenidenyapılanma”
(Reform) hareketinin doğuşuna kaynaklık etmiş, giderek Aydınlanma Çağı’nın kapıları
aralanmıştır.
Ne yazık ki, Batı’da
bunlar olurken, ortaçağ karanlığından yeni bir çağın aydınlığına geçilirken; Doğu’da,
Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde ve İslam dünyasında süreç tersine
işletilmiştir. İslam dünyasındaki bilimsel ve düşünsel gelişmeler bir
yana; XI, XII, XII. yüzyıllarda; hepsi
Anadolu toprakları üzerinde sayılabilecek, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Yunus
Emre, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaş Veli, Karamanlı Mehmet Bey, hatta bir yönüyle
Mevlana ve diğer erenlerin aydınlanmacı çabalarına ve kişiliklerine karşın; Fatih
Sultan Mehmet’le başlayan, Yavuz Sultan Selim’le doruklanan Arapça ve Farsça
hayranlığı, İslam’ın Devlet dini olması ve kurumlaşmasıyla, bir tür yeni
ortaçağ karanlığına girilmiştir. Askeri ve ekonomik alanlarda, Avrupa ile çok
sıkı ilişkiler sürdürülürken, orada yaşanan gelişmeler tam olarak
anlaşılamamamış, 1789 Fransız Burjuva
Demokratik Devrimi bile, “bir avuç baldırı çıplağın krallarına karşı
başkaldırısı” olarak değerlendirilmiştir. Çöküş süreci, Osmalı İmparatorluk’u
içindeki birtakım halkların, ulus devlet olma yolundaki bağımsızlık
savaşımları, Batı karşısında, her yönden geri düşen tüketici İmparatorluk’un
giderek güçsüzleşmesi, İngiltere ve Fransa gibi büyük emperyalist devletlere gırtlağına
dek borçlanma, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmakla başlayan yağmalanma, merkezi
hükümetin teslim alınışıyla tamamlanmıştır. Tüm bu olup bitenlere karşı, Mustafa
Kemal’in, bir avuç arkadaşıyla, Anadolu’da başlattıkları Bağımsızlık Savaşı,
gerçek anlamda bir yeniden doğuşun ve dirilişin göstergesidir.
Ancak, savaş
orada bitmemiştir. Turgut Özakman’ın anlatımıyla, “biz adam olmayız, gelsin
İngizler bizi adam etsinler diyen aşağılık duygusu içinde, bağımsızlık
düşücesinden tümüyle yoksun, güvensiz, korkak, pısırık, onursuz, bilinçsiz,
tarihinden habersiz, milletine güvenmeyen, ümmetçi, dinci, gafil, ve hain bir
kısım Osmanlılar” gibi davranılacak ya da “ yüz binden fazla asker ve sivil
kayıp vererek, dört yıl kan, ter, gözyaşı, göznuru, dökülerek, inanılmaz
zorluklardan ve acılardan geçerek, ibret ve gurur verici olaylar yaşayarak
kavuşulmuş olan bağımsızlığı bir daha bir daha yitirmemek, bir daha ayak
altında kalmamak, kurbanlık koç olmamamk, ezilmemek, sömürülmemek, horlanmamak,
bu güzel vatanda hep birlikte insan gibi yaşamak, uygarlığı ve çağdaşlığı
paylaşmak için yeni insanlardan oluşan yeni bir toplum, yeni bir devlet kurmak”
tı.2 Elbette ikinci yol seçildi ve
savaş sonrasında, yaşam bulanTürkiye
Cumhuriyeti ulus devletinin varlığını sürdürebilmesi için, önünde duran
yüzyılların birikimi sorunlarının çözülmesi gerekiyordu. Bunun için de, Batı’da
gerçekleşen Aydınlanma Devrimi’nin yolu izlenmiştir.
Dolayısıyla, Kemalist
Devrimler, birçok yönüyle, Batı’daki Aydınlanmanın Doğu’daki, çok farklı
ekonomik ve toplumsal özellikleri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun uzantısı olan
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yansımalaradır. Ancak, oradaki devrimlerin
öncülüğünü, egemenliği elinde tutan, bir avuç Soylular ve Kilise’ye karşı, başlangıçta özgürlükçü ve ulusalcı
nitelikleriyle öne çıkan, örgütlü sanayi burjuvazisi, yedeğindeki işçiler ve
aydınlarla yapmışken; bizde böyle bir yapılanma sözkonusu olmadığı için, bu iş,
zorunlu olarak asker ve sivil aydınlara, yöneticilere kalmıştır. Konuya
ilişkin, Hasan-Ali Yücel’in şu saptaması anlamlıdır: “Bizde yenilik ve
garplılaşma ilk önce Orduda olmuştur. En eskisi Mühendishane olmak üzere
(1795), Tıbbiye (1825) ve Harbiye (1933) okulları, ileri düşüncenin ve müspet
bilginin kaynaklarıdır. Hürriyet fikri, zaten, bilimden doğar. Cehaletten,
ancak esaret doğar.”3
Bir anda,
kulluktan yuttaşlığa geçen bir toplumda, Devrim Yasalarını yaşama geçirmek;
Öğretim Birliği, Abece ve Dil Devrimleriyle birlikte diğer aydınlanma
devrimlerini, hatta Din Devrimini gerçekleştirmek, öylesine yazıldığı ve
söylendiği gibi kolay olamayacaktı kuşkusuz.
Bir bakıma, bunun doğal sonucu olarak, birçok devrim sonrasında yaşanan,
karşı-devrim süreçlerinde olduğı gibi, ülkemizde de, Atatürk yaşarken
başlatılan Kemalist Devrim karşıtlığı,
değişik görünümlerle günümüze dek süregelmiş, bundan sonra da, daha uzun
süre süreceğe benzemektedir...
Hasan Ali Yücel Döneminde
Dil ve Çeviri Çalışmaları
Hasan-Ali Yücel,
Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı, tamamlamak için ömrünün yetmediği işte bu ulus
devleti yaratmada; aydınlanma devrimlerinin sürdürümcüsü, eksik kalanların
bütünleyicisi bir aydın, bir eğitim bakanı olarak geceli gündüzlü çalışmış, iş
ve eylem üretmiş bir yüce insandır..
Basın-yayın
sorunlarını düzene koymakla başlıyor işe. Ulusal bir dilin ve kitaplığın
kurulması için Neşriyat Kongresini topluyor ve “Tercüme Bürosu”nu kuruyor
öncelikle. Bir bütün olarak ülkenin kalkınması, içine düşürüldüğü ortaçağ
karanlığından çıkarak çağdaşlaşması için Köy Enstitüleri’ni tüm ülke geneline
yayıyor. Türk Dil Kurumu, Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri
aracılığıyla yeni çıkan yapıtları ve çeviri yapıtlarını, Anadolu ve Trakya’nın
en ucra köşelerine dek ulaştırmaya çalışıyor. Okuma-yazma ve iş üretme
seferberliğiyle her yanda çoban ateşleri yakmaya başlıyor arkadaşlarıyla
birlikte. Herkes kitaba dokunmaya, gözlerini açmaya, dünyaya ve yaşama kızıl
öküzün boynuyzundan değil, eleştirel usun penceresinden bakmaya, umut etmeye,
kendi geleceğini kendi elleriyle kurmaya yöneliyor her şeyden önce. Yine Turgut
Özakman’da bir alıntıyla pekiştirmek istiyorum bu düşüncemi: “Ben, Hasan-Ali
Yücel’in bakanlığı zamanında ortaokul ve lise öğrencisiydim. İyi yetiştirilmiş,
iyi yetişmiş bir kuşaktan olduğumu söyleyebilirim. Bunu çok ucuza satılan
klasik eserlere, Tercüme dergisine, Güzel Sanatlar dergisine, Tatbitak Sahnesi
temsillerine, Halkevleri etkinliklerine, sergilere, özenli, düzenli ve milli
bir eğitim ile başta Haan-Ali Yücel olmak üzere idealist öğretmenlere
borçluyuz.”4
Dil Çalışmaları
Hasan-Ali Yücel,
aldığı eğitim ve 1932 yılında, Türk Dil Kurumu (TDK)’nda yüklendiği
sorumlulukla dil çalışmalarına başlıyor. 1933 yılında, “Türk Edebiyatı’na Toplu
Bakış” kitabını yayımlıyor. Bakanlık koltuğuna oturduktan sonra, TDK ve yakın
arkadaşlarıyla işbirliği yaparak, öğretim-eğitim ve çeviri çalışmalarına koşut
bir izlence geliştiriyor: 1940 yılında, “Ders Kitapları Düzeltme Kılavuzu”
çıkarılarak, ders kitaplarının basılmasını ve dağıtılmasını belli kurallara ve
ölçütlere bağlıyor, Mustafa Nihat Özon’nun, “Son Asır Türk Edebiyatı” (1941), Milli
Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı üç ciltlik Türk Edebiyatı Antolojisi, Tahsin
Banguoğlu’nun hazırladığı, “Anahtarlarıyla Türk Grameri (1941), ortaokul ve
lise ders kitaplarının yazımı için hazırlanan terim sözlükleri (1940-41),
dildeki gelişmelere koşut Yeni İmla Klavuzu (1941), Gramer Terimeri Sözlüğü
(1942), Coğrafya Terimleri Sözlüğü (1942), Felsefe ve Gramer Terimleri Sözlüğü
(1942), Hukuk Terimleri Sözlüğü (1943), Tıp Terimleri Sözlüğü (1944), Türkçe
Sözlük (1944), TDK ile eşgüdüm içinde, fizik, kimya, matematik, geometri,
tarım, biyoloji gibi birçok alanın terim sözlükleri, Tanıklarıyla Tarama
Sözlüğü’nün ilk ciltlerinin yayımlanması Hasan-Ali Yücel’in Bakanlığı döneminde
gerçekleştiriliyor.
Maarif Vekaleti’nin
1941 Yılı Bütçesi Görüşmeleri sırasında, çok sayıda milletvekili dil
çalışmalarına ve ders kitaplarındaki dil karmaşasına ilişkin görüş ve
eleştirilerini dile getiriyorlar. Hasan-Ali Yücel, bu eleştirilere yanıt
verirken, okları, bu kez yükseköğretime çeviriyor: “Orta tahsilde ve lisede
bizim verdiğimiz terimlerle çocuk okur, yüksek okullara geldiği vakit bunların
tekini işitmemiştir. Geçen sene Maarif vekaletine merbut yüksek müeseselere
kati surette emir verdim: bu terimlerle yazılmamış herhangi bir makale ve
kitabı basmayacaksınız. Bu terimlerele hazırlanmamış dersleri okutmayacaksınız,
not vermeyeceksiniz. 50, 60 yaşına gelmiş olan arkadaşlar da emek çekip bunları
öğreneceklerdir. Bu sefer İstanbul’a gittiğimde, Üniversite Rektörü ile
görüştüm, rica ettim, bir ay mezuniyetten sonra gerek İstanbul’da ve gerek
buradaki profesör ve doçentlerden
yapılmış olan terim komisyonlarında bu uzunca tatil müddetince meşgul olunarak
bu iş bir esasa bağlanacaktır. Fakat buna rağmen, yapacağımız şeylerin gayet
mükemmel olacağını zannetmeyiniz, bunların eksiklikleri olacaktır, yapıldıktan
sonra görülecek, tenkitler olacaktır ve bu tenkitlerin alakadarlar tarafından
doğru olan tarafları alınacak, bu surette arkadaşımızın işaret ettiği boşluk
doldurulmuş olacaktır.
Ecnebi
dillerinden, dilimize kelime girme meselesi, hakikaten benim arkadaşlarımla
beraber olduğum bir noktadır. Lüzumsuz yere ecnebi dilinden; hangisi olursa
olsun, Türkçeden gayri her dil bizim için ecnebidir. Bunlardan kelime alıp
kullanmak yanlış bir şeydir. Biz bunu kendi elimizdeki teşkilatla, bize merbut
olan müessesatta temin etmek için cehdetmekteyiz. Yapılmış tercümelerden bu
neviden Türkçeye benzemez şeyleri iade ettirmekteyim, o müesseseleri tenkit
etmekte, ikaz etmekteyiz...” 5
Bu anlayışın
sonucu olarak, 1940’lı yılların Türkiyesi’nde, Türkçenin emekleme çağında, ulus
dilinde eğitim yapılırken, Avrupa ülkelerinden ülkemize konuk gelen öğetim
üyeleri bir-iki yıl içinde Türkçeyi öğrenip, derslerini bu dilde yaparlarken, 157
üniversitenin varlığıyla övündüğümüz günümüz Türkiyesi’nde ise, yabancı dille
öğretim yapmanın aymazlığı içindeyiz...
Hasan-Ali Yücel, 1960
yılında düzenlenen IX. Türk Dili Kurultayı’nın ardından şu değerlendirmeyi
yapıyor: “Dil milli varlığın ruhudur ve bu ruh senelerden beri boğucu bir hava
içinde hapsedilmiştir. (....) Öz Türkçe ile yazı yazmak, komünistlik
alametlerinden sayılmış, Anayasanın dili beğenilmeyerek ve aşırı özleşmiş
görülerek, düzeltilmesi yoluna gidileceğine, yıllar önceki eski metne
(Teşkilat-ı Esasiye: AD), hem de devirlerinde dil sadeleşmesine taraflı olan
edip, bilgin kişilerin elebaşılığıyle dönülmüş, basının birçok mensupları dil
devrimine yüz çevirmişlerdir. (...)
Otuz yıldanberi
ya içinde fiili, ya başında idari, yahut dışında gönüllü hizmetinde bulunduğum
dil davası sahipsiz kalmıştır. Sert hareketlerle, kaybedilmiş zaman
aralıklarını kapatma zorunda kalan toplumların yaptığı devrimler, ancak devrim
mantığıyla ve metoduyla yürütülebilir. Her türlü kudret sahipleri bu gibi
hareketlere ve kurumlara sahip çıkmazsa, dört-beş isteklinin çabaları köklü ve
ağır basıcı bir netice verebilir mi? Siyasi hizmet mevkinde ve kudretinde
olanlar, başta eğitim bakanları, kapısının önünden geçerken başlarını bile o
tarafa çevirmezlerse; zenginler, kendileri için bir gecede kazanıp
kaybettikleri kumar parası kadarını olsun bağışlayıp mali veya para yardımında
bulunmayı hatırlarından bile geçirmeyecek olurlarsa, bundan daha fazla ne
beklenebilir?
Eğer Atatürk’ün
vakfı olmasaydı, şüphe etmeyiniz, şimdi Dil Kurumu diye bir şey yoktu. Onun
maddi ve manevi desteği Atatürk’tür. Zaten, hangi şeyimizin öyle değil ki!..
İktidar, ondan uzaklaştıkça, onun var
ettiği kurumlar ve devrimler de hayattan uzaklaştılar.” 6
Yorum yapmadan,
dile ilişkin bu bölümü, Hasan-Ali Yücel’in şu soru tümcesiyle kapatmak
istiyorum: “Türk devriminin özü şudur: Türkçe düşünmek, Türkçe söyleyip Türkçe
yazmak!... Yoksa bu da mı ağrımıza gidiyor?”7
Çeviri Çalışmaları
Hasan-Ali Yücel,
klasiklerin çevirisini, Türk okurlarına şöyle sunuyor: “Hümanizm ruhunun ilk
anlayış ve duyuş aşaması, insan varlığının en somut biçimde anlatımı olan sanat
yapıtlarının benimsenmesiyle başlar.”
İlk sayısı, 19 Mayıs
1945 tarihinde yayın yaşamına giren Tercüme Dergisi’nin önsözünde ise, Yücel, şu
düşüncelerini dile getiriyor: “Özel girişimlerin yapamadığı çeviri işini
devletin ele alması zorunlu olmuştur. Çevirinin mekanik bir aktarma işi
olmadığı bilinmelidir. Bir yapıtı anadilimize çevrilmiş saymak için,
çevirdiğimiz yazarın yetiştiği toplumun ruhuna nüfuz etmemiz gerekir. Böyle
olursa, o toplumdan aldığımız kavramlarla kendi toplumumuzun düşünce hazinesini
zenginleştirebiliriz. Bu disiplinli düşünce çalışmalarıyla, anadilimiz yepyeni
gelişme olanakları kazanacaktır.”8
Çeviri atlımıyla
Hasan-Ali Yücel, üç temel olguyu hedefliyor: 1. Türkçenin glişmesi ve yeni
anlatım olanaklarına kavuşması; 2. Çok yoksul olan ulusal kitaplığın
varsıllaşması ve çağdaş dünyanın vardığı duygu ve düşünce aşamasına ulaşılması;
3. Hümanizma ruhunun aşılanması ve Aydınlanmaya giden yolun önündeki engellerin
kaldırılması. Can Yücel şöyle değerlendiriyor bu olguyu: “ Hasan-Ali
garplılaşmanın başını çekiyordu. Batılılaşma bir hümanizma hareketiydi.
Etrafına topladığı kadrolarla Tercüme Hareketini başlatması bunun başlıca
delilidir.
Ama Hasan-Ali
aynı zamanda Osmanlı eğitimini de görmüş bir aydın olarak Şark’ın değerlerini
de biliyordu. Tercüme işinde Şark’a önem vermesi, edebiyatta Şark’ın önemini
kavraması bunun başlıca delilidir.”9
Kimler var
Hasn-Ali’nin etrafındaki çeviri kadronun içinde? Nurullah Ataç, Sabahattin
Eyuboğlu, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Sabahattin Ali, Orhan Veli, Oktay
Rifat, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vedat Günyol,
Bedrettin Tuncel, Esat Sabri Siyavuşgil, Nusret Hızır, Hasan Ali Ediz, Orhan
Burian, Erol Güney, Melahat Özgü, hatta dolaylı olarak Nazım Hikmet, Zeki
Baştımar ve Hasan-Ali Yücel’in kendisi, çünkü, Bakanlık’taki işlerini bitirir
bitirmez, akşam saat kaç olursa olsun, arkadaşlarını imecesine katılıyor, gece
geç saatlere kadar yapılan çeviriler üzerinde tartışıyor ya da yeni kitapların
çevirisi gündeme alınıyordu.
Neler çevrildi
onun bakanlığı döneminde? Ders kitaplarından ve ansiklopedilerden çevirileri
saymazsak eğer, 1941-1946 yılları arasında yapılıp yayımlanan çeviri
yapıtlarının dökümü şöyle: 1940’ta 10, 1941’de 13, 1942’de 28, 1943’te 71,
1944’de 105, 1945’de 129, 1946’da 165. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra ise, bu
sayılar şöyle evriliyor: 1947’de 58, 1948’de 52, 1949’da 73, 1950’de 41,
1951’de 27, 1952’de 28, 1953’te 21, 1954’te 29, 1955’te 38, 1956’da 20, 1957’de
15... 1967’de, üyelerinin istifaları sonucunda kapanan Tercüme Bürosu’nun
çevirdiği yapıtların toplamı bini aşmaktadır.
Bu çevirilerden
Hasan-Ali Yücel döneminde yapılanların ülkelere ya da dillere göre dağılımı da
şöyle belirlenmiş: Babil Klasiklerinden 1, Hint Klasiklerinden 1, Çin
Klasiklerinden 4, İslam Klasiklerinden 19, Eski Türkçe Metinler Klasiklerinden
1, Yunan Klasiklerinden 62, Latin Klasiklerinden 18, Alman Klasiklerinden 53,
Amerikan Klasiklerinden 10, Fransız Klasiklerinden 171, İngiliz Klasiklerinden
56, İskandinav Klasiklerinden 6, İtalyan Klasiklerinden 12, Macar
Klasiklerinden 13, Rus Klasiklerinden 63, Okul Klasiklerinden 6 ve diğerleri...10
Burada amaç;
Doğu, Batı, Güney ve Kuzey’de, dünya yazınına ve düşünce yaşamına katkıda
bulunan bütün yapıtları Türkçeye kazandırmak, bir çeviri kitapları kitaplığı ve
üniversitesi oluşturmaktır. Yücel’in anlatımıyla,” Bu külliyat, müstakil ve
muhtar bir üniversitedir. Ciddi olarak kendini oraya kaydettirenler, İstanbul
ve Ankara Edebiyat Fakültelerinin verdiğinden daha hafif bir irfan yüküyle
mezun olmazlar.”11 (Bir de, hiç kitap okumadan okullarını bitiren
günümüz Edebiyat Fakülteleri öğrencileriyle karşılaştırılınca, nereden nereye
geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır sanırım..).
Sonuç Yerine
Birbirini
tamamlayan, dil ve çeviri çalışmaları, Batı toplumlarında olduğu gibi bizde de,
salt ulus devlet olma, aydınlanma ve çağdaşlaşmaya yönelmenin başat
belirleyenleri değil, aynı zamanda, kendini tanımanın, kimlik bulmanın da
kaynaklarıdır. Çünkü, yukarıda da söylenmek istendiği gibi, dugu ve düşünce
dünyamız, ancak böyle gelişecek, buradan yola çıkarak, yeni ürünler vermemiz
ancak böyle olası olacaktır.
Bir zamanlar, “dil
ve çeviri çalışmalarının cenneti” sayılan, birçok ülkeye örnek gösterilen
ülkemiz; ne yazık ki, Atatürk’ün ölümü ve Atatürkçü Cumhuriyet kuşaklarının
etkin görevlerden ayrılması ya da uzaklaştırılmasıyla geriye düşmüş, Amerikan
yandaşı askeri darbelerle iyiden kan kaybetmeye başlamış, sözcükler ve kitaplar
yasaklanmış, Atatürk’ün kalıtı olan Türk Dil Kurumu kapatılmış, giderek karşı
devrim saldırılarıyla yaşadığımız ilkellikler bir tür öç alma ilkelliğine
dönüşmüştür. Türkiye, tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte, yeni bir ortaçağ
karanlığına sürüklenmek istenmektedir. Siyasetin, sokakların, gazetelerin,
televizyonların, cep telefonlarının, “inter-kafelerin”, hatta çok tanınmış bazı
yazarlarımızın diline ve söylediklerine bakınca, küçük dilimizi yutuyoruz.
Unutmamak gerekir
ki, dil kendiliğinden gelişmez ya da ölmez. Onu geliştirenleri ve
güzelleştirenleri konuşucuları olduğu gibi, öldürenleri, yokedenleri de
konuşucularıdır. Türkçenin ve ulusumuzun aydınlığa çıkabilmesi, Atatürk’le
başlayıp Hasan-Ali Yücellerle sürdürülen Aydınlama Devriminin yokoplup
gitmemesi için, her şeyden önce, belli bir dil duyarlılığına ve ulus bilincine gereksinmemiz vardır. Küreselleşmecilerin ve
Yeni-osmanlıcıların böyle bir kaygısı olmadığına göre, Bağımsızlık Savaşı
günlerinde olduğu gibi, yine iş gerçek yurtseverlere ve ilericilere
düşmektedir. Hasan-Ali Yücel’in yaklaşımıyla söylersek, Türkçenin özgürlüğü ve
bağımızlığı, bizim özgürlüğümüz ve bağımsızlığımızdır. Onun tutsaklığı, bizim
de tutsaklığımız olacaktır.
Notlar:
*26.02. 2011 tarihinde, Köy Enstitüleri ve
Çağdaş Eğitim Vakfı’nda yapılan konuşmanın metnidir.
dünya klasiklerinden çeviriler izlencesinin
öncüsü, UNESCO kuruluş sözleşmesini
imzalayan eğitim bakanlarından biri olduğu
ve bu örgütün Türkiye Milli
Komisyonu’nun
kurulmasına olanak sağladığı » için, doğumunun
yüzüncü yılı olan 1997’yi, UNESCO,
tüm dünyada « Hasan-Ali Yücel Yılı »
olarak duyurur. Böylece, ölümünden yıllar sonra da olsa, yaptıklarının değeri
anlaşılır, Hasan-Ali Yücel adı üstündeki gizli yasaklama kalkar, birçok kurum
ve kuruluş onu anma etkinlikleri düzenler, adı fakültelere, araştırma
merkezlerine, cadde ve sokaklara verilmeye başlar…
Alıntılar:
- Yücel, Hasan-Ali, “Hürriyet gene
Hürriyet”, Der: Canan Yücel Eronat, TC Kültür Bakanlığı Yay. Cilt I, II,
III, Ankara, 1998.
- Özakman, Turgut, “Hasan-Ali Yücel’i
Anarken”, in Cumhuriyetin İlk Yıllarından Günümüze Dil Kültür Eğitim, Gazi
Üniversitesi Yay. No:8, Ankara, 2007, s. 390.
- Yücel, Hasan-Ali, a.y.g., Cilt I, s. XIII.
- Özaman, Turgut, a.y.g., s. 393.
- Yücel, Hasan-Ali, “TBMM Konuşmaları ve
İlgili Görüşmeler” Der: Canan Yücel Eronat, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın
Kurulu Yay: 87, I. Cilt, Ankara, 1999, s.
291.
- Yücel, Hasan-Ali, a.y.g., Cilt II, s. 891.
- a.y.g. s. 510.
- Kaynardağ, Arslan, “Yücel Dönemi Devlet
Yayınlarında Felsefe Çevirileri”, in “Hasan-Ali Yücel Anma Kitabı”, YTÜ
Yay. İstanbul, 1997, s. 6.
- Yücel, Can, “Hasan-Ali Yücel”, a.y.g. s.
XV.
- Yeni Toplum Dergisi, “Kuruluşunun 36.
Yılında Köy Enstitüleri”, Nisan 1976, s. 92.
- Yücel, Hasan-Ali, a.y.g., Cilt II, s. 713.