16 Ocak 2013 Çarşamba

Patrick Pérez-Sécheret NEREDE OLURSA Nazım Hikmet’e Şiir Bekler Postası Moskova Türkçesi : Ali Z. Demir (Collection Le Sens des mots) 1 Güneşli caddelere girip çıkıyorum, birinden diğerine, ve seni düşünüyorum Nazım, yasaklıyorum umutsuzluğu kendime. Gereksinmemiz var diğerlerine koşarken bir sürgünden ötekine düş kırıklılıklarımızın yüküyle. Seni düşünüyorum Nazım. Sözlerin iyileştiriyor yaramı, portakal çiçeği gibi ancak onlar dindiriyor acımı güneşli sokaklara dalar gibi. . Örnek alıyorum yürekliliğini, o büyük direncini zindanlara karşı ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları. Öte yandan, mavi peçeli kızlar defterlerini gizliyorlar kara sakallı yobazlardan okula gidiyorlar Kabil yıkıntıları arasından. Mavi burkaların altında umut Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde sımsıcak dokunuşların müziğiyle yürüyor yasaksız geleceğe. Seni düşünüyorum Nazım. 2 Otuz yıl yürüdüm nerdeyse, tam otuz yıl Nazım yaşlı İstanbul’da, dünyanın başkentinde, Diojen’in ve Alparslan’nın kalıtlarından habersizce. İncil’i okudum taşında ve toprağında Kapadokya’nın, duydum ruhun yontulmuş belleğini volkan kayaların doruğunda. Ve Hititli kral Hattuşa’nın kapısından geçtim en sonunda. Ülkeler içinde güzel ülke Nazım, senin ülken halkların buluştuğu yer, denizlerin, dağların, ve en yüce tapınakları uygarlıkların. Senin ülken Nazım, güzel bir kartpostal değil yalnızca, sanki bir düet, bir koro limanlarda, bir ak saç örgüsü Pamukkale’de. Ve kapılarda tekmelenen insanların, alıp götürülen yazgısına gözyaşlarının ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin. bu namuslu insanlar hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar putların düş kırıklıklarının ve kuru muz bahçelerinin ötesinde. 3 Kabil’de genç kızlar, canın askerleri nöbetçileri insan haklarının. Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar, dar yollardan geçip sesimizi taşıyorlar geleceğe. Kabil’de bu genç kadınlar özgürleştirmek için yüzlerini yırtıp atıyorlar kefen bezlerini. Ceviz ağacının gölgesinde daha çok yer var kardeşliğe, uzatınca kanatlarını sonsuzluğa kim engelleyebilir onu uçmaktan asla. Alıp başını gider Nazım, yürür şafakların aydınlığında, çoğalır durmadan kardeşlikte kızıl paltosunun altında, Yusuf’un şiirinde, Lounens’in şarkısında, yankılanır binlerce kardeşin sesi Akdeniz’de, şu türküyü söyleyebilecek çocuklar evrenin bütün dillerinde: “Yaşamak güzel şey be kardeşim yaşamak güzel şey”. 4 Ege denizini gördüm Milet’i yutan, gökle su arasında boyun eğdiren tapınak yapıcılarına. Güneşten bir beşik senin ülken Nazım, anlatır sonsuzluğu esen yele kıyılarında Kara Deniz’in, karlı tepelerinde Torosların. Bize ne Hazreti İbrahim’den ve zavallı teknesinden? Değer dünyanın bütün altınına ve bütün ölü tanrılarına küçücük koyu Kekova’nın. Öldü bütün tanrılar Maidanek’te, Haippong’ta, ve de Hiroşima’da. 5 Kabil’de genç kadınlar demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini kara sakallı sahte papazları için Tanrı’nın. Gizlice okuyorlar şiirlerini, sanki bir tüfek korku enselerinde, duvardaki saat durmuş zaman bir ölüm suresi. Seni düşünüyorum Nazım, Moskova’ da, Varna’da ya da Bursa’da, Paris’te belki de, İstanbul’da hatta, taksilerin uğultusunda, bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların. Çiçek açacak bir gün kentin, çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın kralların yıkıntılarından, küllerinden yenik askerlerin. 6 Gördüm Nazım, senin ülkende gördüm Çatal Höyük’ü, ilk kentini dünyanın, ana-tanrıçalarını ışık saçan ve kıvancını kusursuz mutluluğun. Ağladım gömütlüğünde Nemrut Dağı’nın, ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım, güzel olmalı gelecek, beşiğini bulmalıyız yeniden usun, örgüsünü düşüncenin ve dilini bilgeliğin. Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar, Yardıma çağırıyorlar umarsızca ve bataklığa gömülüyor dünya orada. Bir mezar kent burası, Otomatik bir silah gülüşün yankılanması. Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık, köpeklere atıldı hukuk, bir dilenci çocukluk okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki. Şiir yazıyor insanlar Kabil’de tırnaklarıyla duvarlara. 7 Seni düşünüyorum Nazım soluğumu kesiyor Paris. çok az yer kaldı şairlere günümüzde, alınıp satılıyor her şey, hatta saçmalıklar bile. Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi Seine rıhtımlarına demirli yüklü gemiler gibi, ve umurunda değil Seine’in. Şiir doluymuş, kanalları tıkıyormuş, ama kimse, hiç kimse, alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini, ne bu aydınlık şarkılarını. Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım, sıradan bir müzeyi değil insanlığın kürsüsünü, araçların diyalektiğini, yontuculuğun gücünü, sevecenliğin destanını ve özetini barbarlığın. Bütün halklar, bütün gözyaşları, bütün savaşlar bütün saraylar burada Nazım, senin sevgili ülkende yani. Nasıl göze alabildiler yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan, bu kan ve emek belgeliklerinden, nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin nasıl koydular demir parmaklıkların ardına? Bu tutukevi de neyin nesi Nazım bu dev tiyatrolar yurdunda? Korku Nazım, korku titretiyor gecelerini kurulu düzelerinin karabasanında. 8 Kabil’de, onurumun gözleri kanlı ve düşlerimin kolları kelepçeli. Bununla birlikte Kabil’de, tarih yazıyor genç kadınlar ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar, kanıyor sözcükler umudun mahzenlerinde. Ama her kadın ayakta, özgürlük her dudakta her kulak kirişte her göz yaşama sevdasında titreşirler evrensel bir ışıkta. Bu İzmir’de olabilir, 1915’te Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da kırdırdılar halkları birbirlerine. Seni düşünüyorum Nazım, sönüyorum yavaş yavaş, kısalıyor tümcelerim. Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek, bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık. Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler? ufacık bir şeye bile, hiç değilse, yaramayacak mıyız biz şeye? Her yanı çevrili bu dünyada kayıtsızlığın örümcekleri örmüşler ağlarını. İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar, yenler, avrolar, milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler. Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz, yakıcı sözcüklerimiz, kızgın sözcüklerimiz, özgür sözcüklerimiz, ölülerimiz bir de, boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi yaralı bir insanlık üstüne anlamsız sözcüklerimiz. 9 Kabil’de özgürlük yaşıyor hala bir köpeğin dişleri arasında ve bakışı yakıyor beni paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında. Tarih düşüyorum mezar kazıcılarına Tanrı’nın kıyıcılarına perilerin, düşlerin kasaplarına. Kabil’e inanıyorum, gölgelerin halkına gecede umut dokuyan bu genç kadınlara kurşun giysilerinin altında. . . 10 Otuz yıl uyudum nerdeyse, Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde Terme’de senin dizelerini okuyarak geceleyin gözleri kamaşan kartallara. Dolaştım Aspendos yıkıntılarını dinsel bir koronun ezgilerinde toprak sarısı bir düşle. Senin ülken bir evren Nazım, tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde, yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri adsız sınırsız sağrılarında, yüz dinli bir adam, küllerin adamı yansır kutsal çömleklerde, köylüsü, demircisi, marangozu, işportacısı yan yana dizilmişler gözyaşları ve gülüşleriyle, kan ve alın terleriyle. 11 Seni düşünüyorum Nazım. Boş duracak değilim ya, sözcüklerin yorgunuyum yalnızca, bilisizliğin korkunç ürküntüsü yaklaşıyor yaklaştıkça. Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor, tükendikçe tükeniyor sevda, sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar, bomboş eller. Bununla birlikte, güneş yalnızca, bir güneş denizi doluyor sokaklara, kuşlar konuyor birer birer, kuşlar konuyor mutlulukla dünya çeşmelerinin bilek taşlarına. Yaşamak güzel şey elbette her şeye rağmen Nazım, yaşamak güzel şey, her yerde. Mor olsa da bazen toprağın rengi, insan elleri taşı yonttu, kumu kardı tonlarca, sulayıp yeşertti çölü. Bir yandan kin sarmış her yanı, baştan ayağa silahlanmış insanlar. Kaybolmuş bedenleri kadınların kara çarşafların altında, korkunç karanlığında bilisizliğin. Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu taştan katedraller dikti, düşün tapınakları, sinagoglar, ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan, mutluluk anları bunlar, suyun yanı başında hemen. Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar ve açlıktan, sokaklarda uyuyor çocuklar, ve insanoğlu, kayıtsız olup bitene , saçlarını tarıyor aynada kendi bencilliğinde. 12 Ülkeni okudum Nazım, Bursa hapishaneni gezdim. Toza toprağa bulandım, kargaların türkülerinde senin ülkenin. Çok özledim seni sevgili ağabey kırlangıç ve umut şiirlerinin arasında. Bir ülkede doğuyor insan büyür gibi anasının karnında, oradan yayılıyor kökleri dünyaya bu kil çanaktan sesin mavisine. Sen de yürüdün mü Nazım mermer sokağında Efes’in? Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına görmek için Afrodisias’ın mor giysili tepelerini eşsiz mavi göğün altında, bilebildin mi ne taşıdıklarını insan yüklü gemilerin bir kıyıdan ötekine, bir düşten diğerine bütün çağlarca. Engellediler seni Nazım gökyüzünü içmeni. Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın vuruştukça senin şiirinde. İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin, ayakkabılarımı çıkarıp usulca bütün boş kalelerine giriyorum kentin, akreplerle konuşuyorum kumsalda donmuş sözcüklerle parmaklar arasında. Ben de senin gibiyim Nazım gerçekten ve kavgadan yana özgürlüğü için insanlığın bütün varoşlarında dünyanın, senin ülkenin belleği omuz başımda, yaşlı ve suskun bir kelebek sanki uçar onurun kanatlarında. 13 Seni düşünüyorum Nazım. Hani okullarda öğretilir ya hoşgörü ve karşılıklı saygı, matematik vesaire hepsi birer kafa karışıklığı. Avucuna aldı dünyamızı hız, her ıssız ada bir müze artık uçak kanatlarına asılı, ve susuyor özlemin yüreği kendi kendince. Oysa uyarılmıştık biz kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne, aldatıcı bayrakların çekiciliğine, birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı. Ama kaybolup gitti insan albenili giysiler, zırva arzular, can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında. . Yine de, Nazım, yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana kazma-kürek vuruşlarımızı törenle açtığımız yapı alanlarını, yine de kollarını açıyor bize, ve güneş terk etmiyor bizi. Gecenin dudaklarında saklı belleği atalarımızın. Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor kasımpatı saksılarında büyüyor tapınak kalıntılarında. Varlığını sürdürmeyi seçti insan ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde, ya da yaldızlı bir hapishane sağ girilip ölü çıkılan, imlerle bezenmiş bir beden susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının, ucuzlamış dilin, ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin. Seni düşünüyorum Nazım. Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya, umudumu parçaladı güvercinler kemiğime dek. Yine de, sessizlik içti bazen dönüp gelen acılarımızı, kapıları üstümüze kapadı kahkahalar, kararsız adımlarımızın ardından, kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin. Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi. Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi, canlılar arası ilişkiler gibi. Yine de, güzel şey yaşamak, tanımak yansımalarla yüklü doğayı ve kavuşturmak aletle toprağı. Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını, tutku katlediyor imgeyi sonsuz bir boyun eğmişlikle dudakların ve cinselliğin emrine. Seni düşünüyorum Nazım. 14 Seni bekliyorum Nazım, bir zeytin ağacının altında, Bergama’da, ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta, çiçeklerle bezenmiş kapısında grevdeki bir fabrikanın İzmir’de. Çay içeceğiz birlikte Bodrum kalesinde, ve insan haklarını konuşacağız Kaleköy’de, pılı pırtı içinde Üçağız’da, küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından, umut uçuracağım geleceğe, yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta. Senin ülken bir dünya Nazım, ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında. Yazmak bir onurdur öyleyse, bir sopa kaygının ensesinde, iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde. Yine de yoksunluk karartıyor içimizi, zavallı dünyamızda, sinsice örülmüş tutsaklığımızda. Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri, okşuyor usancı, çirişotu bahçesine açılıyor pencereler, bin yıllık bir gerçeklik boy atıyor bir yerlerde mutlulukla. Ekinlerin kıyısında, günebakanlar, erik ağaçları, gökdelenler altında genelev gerçeği ve şerbetli doyumsuzluklar. İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne renkli bir çarşaf çekmiş ufka, egemenlik taslıyor başkalarına, yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde. Bütün coğrafya yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda, onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler. Korku ise kendi kafesinde, almış avuçları arasına yüzünü ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının Paris’te Voj meydanında sevip okşuyor ha bire. . 15 Seni düşünüyorum Nazım. Kim ölmek isterdi şimdi güzellik kapımızı çalmışken, kim ayrılmak isterdi bu dünyadan, kim yutmak isterdi tek başına bu ilacı olası hasat mevsiminde duyguların? İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında, hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım. Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya ve biraz daha uzaklaşıyor bizden düşsel baharlarımız. Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım, önümüzde koşuyor yaşam, O eski Şanzelize sokaklarında bazukalar duruyor sancak yerinde şimdi. Hiçbir şey değişmeyecek aslında, insandadır bizim aklımız, ölü ya da diri Beyazıt meydanında, Tienmen’de, Alje’de ya da Meksiko’da. Seni düşünüyorum Nazım, insanı düşünüyoruz aslında her gün yaşam pastamız bu, günlük felsefemiz bizim insan okyanusundayız hepimiz. Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda, balta sapı ve balta sürdürüyorlar acılarını. Baltanın sapını tutan İstediği yere vuruyor ağzını. İnsanlar ölüyor hapishanelerinde Türkiye’nin, Nazım. Eşler, kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar, elleri bellerinde aşkın ayrık bakışı gözlerinde. Senin ülken Nazım bir hapishane hala, insanlar çizik atıyorlar duvarlara tüketmek için günlerini, direnmek için acılara. 16 Artık sonu yok bu yolun Nazım, Çin’den Sudan’a, Filistin’den Kabil’e, cesetlerle dolu yollar, katledilen çocuklar, acılarla beli bükük anneler. Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım, suratımıza fırlatılıyor her şey akşam haberlerinde bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında. Yaşamak kan pahasına, oysa biz sıradan yolcularız sürünürüz toz topraklarda. Bu dünya bizim kamçılanmış umudumuz, hazır çantalarımız, denize atılmış şiirlerimiz, giysimiz, pasaportumuz ve mendilimiz. Bir taş atımlık uzaklıkta, işkence altında çocuklar İsrail hapishanelerinde. Mansur yediği darbeleri anlattı, başı tuvaletin ağzında, bedenine çarpan soğuk su, iki büklüm atıldığı hücrede, solgun ışık altında işkence… Gözlerini kapıyor döneklik, tıkıyor yüreğini. Niçin askere alınır bu çocuklar ? Nerde onların yurdu, onların geleceği? İsrail’den, Filistin’den değil tümü. Ve bunlar olup biterken, Nazım, pembe diziler karartıyor ekranlarımızı, sıradan bir mal insan alınıp satılan. Afrika’da, kara kardeşlerimiz ölüp gidiyorlar milyonlarla, aids tüketiyor çocuklukları, suya hasretken insan, kale duvarlarıyla korunuyor elmas madenleri, çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini, yüzüklerini sevgiliye sunulan en büyük sessizliğinde çağların. 17 Yine de yaşam, Nazım, mavi çiçekli bir ağaç tohum saçan nadasa bırakılmış tarlalarda. Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam, ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde. Sıradan bir günün sonunda ya da belirsiz bir gelecekte, sanki bir gazete taslağı yaşam yanlış haberlerle bezenmiş. Betimlenmesi zor bir dünya aslında yaşanmamış kalıtı özlemlerin. Seni düşünüyorum, Nazım, Voj meydanında Paris’te. Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta sözcüklerinin örüntüsünde: varlığın aramızda kardeşçe ve güzel bir yaşam için umutlu bir bekleyiş yarına varlığın nefes kesiyor hala. 19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris. Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir. Son-Söz Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa. Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır. Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına. Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i. Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan. Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha. Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse. Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin. Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır. Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız. Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır. Partick Pérez-Sécheret Bastia, 22 Mart 2002 Patrick Pérez-Sécheret Abidin’e Gelincikler Poésie en Poche AUTRES TEMPS YAYINEVİ Abidin Dino ile tanışmak… Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var. Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor. Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor. Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor. Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan. Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle: “Gözlerine baktığımda güneşli bir toprak kokusu vurur başıma…” “ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim. Patrick Pérez-Sécheret Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche “Yaşamak güzel şey kardeşim” Yaşlı Bay dans ediyor bir ipin üstünde kaleminin ucunda. Yaşlı Bay Nil nehrini geçiyor, hasta yatağında ve gözleri parıldıyor. Yaşam orada duruyor işte doğulu ve dingin dönüp duruyor yapay nilüferler suyun içinde bir iğnenin deliğinden bakıyor dünyaya. “Yaşamak güzel şey kardeşim…” Bir köşesinde bir adanın yaşlı istiridye kabukları kardeş Nazım usta denizci, gülümsüyor ayakyolunda. Yavaş gidiş-gelişler, Saint-Martin kanalında, abuk sabuk sergiler Latin mahallesinde, ve İnsan Manzaraları Bursa hapishanesinde… Yaşlı Bay mürekkep kaleminin bir çizgisiyle matrak geçiyor yastığında, kurşun bir iplik sarkıyor böğrüne. Bir solukta tutuşturmak gerekecek dünyayı, elektrotlara gülümsemek, dize getirilmiş Afrika’ya, bir göktaşına ve uzak gelecek için. Abidin elleriyle çiziyor geleceği, ipliklere karışmış, sakalına dolanmış, dikenli teller alev alev yanıyor Çanakkale’den Rodos tepelerine dek. Yaşlı Bay yatağına gömülüyor, deniz olağanüstü güzel elde yapılmış reçeller başucunda, hava bulutlu, “güzel şey yaşamak”. Yaşamı bir kurşun ipliğine bağlı artık bir çizik yalnızca abeceye uzanan, bu küçücük bir hiçbir şey ayın yansıması çıplak alnında kibirli dingin. Bu küçük çizik kaleminin ucunda güneşe dönüşüyor birden, dünyayı dolaşıyor Arian’ın ipliği Thésée’ninki gibi ya da Geveze kuş gemilerin demir attığı yerde yol alıyor yeni bir dünyaya doğru. “Yaşam güzel be kardeşim, yaşamak güzel şey”. Dünya öylesine küçük ki avucumuzun içi kadar, bir kiraz sanki. Güzin bir bakışta tartıyor ağırlığını bu oyunun yitip giden ölümün ateşin akışında. Doyumsuz yaşam gemlenemez mizah göz kırpıyorlar birlikte. Yaşlı Bay bırakıyor kalemini böbreklerinin yorgunluğunda yavaşlıyor bedeni ölüme direnişinde. Hoşça kal Abidin gelincikler içinde, hoşça kal şimdi ve sonsuza dek, yaşamın senin öksüz kalmayacak hiçbir zaman. Marie-Jo şarap içelim dedi mürekkep karışsın suya yaşam fışkırsın içinden bir de emeklerimiz uçup gitsin ölüm birden. Şimdi ilmik ilmik her şey şarkısını söylüyor mizah tek başına. Kuyruklu bir yıldız altında suç işlemekten korkuyor Abidin Nazım nöbet tutuyor bir kayın ağacının tepesinde bir rüzgar teli dişlerinin arasında ve bir gök kalem gözlerinde. 13 Haziran 1994, Lieusaint, Seine et Marne Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır. Şiir Defteri Patrick Pérez-Sécheret Şiir Sığınağı Senin yurdun Cemal öğütülmüş fındık kokuyor ya da taze sardalye nazar boncuğu renginde senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya ovaları yüklü limon ve portakal bahçelerine Genç bir yurdun var senin Cemal birbirine ilmiklenmiş yolları halkların kiliminde İnsanlığın renklerinde senin yurdun Cemal can verir hasırotuna bahçelerini sular ak evler kurar Senin yurdun Cemal olgun bir incir gibi ballı zeytin gibi lezzetli pamuk gibi ipeksi ve eğer bir horgörü gününde seçmem gerekseydi bir başkasını koşullar gereği senin yurdunu seçerdim Cemal bu şiir sığınağını. Ne yapacağız yarın bu zeytinlikleri başucumuzdaki yüklü portakal bahçelerini? Ne yapacağız bu rüzgarı mermer ve tuğla zindanlardan esen? Ege denizinin meltemini küçük bir sonat gibi sonsuzluğa açılan fısıldar sisli sularda Gümüşlük Denize inilir küçük kilisenin ardından Tavşan adasının karşısındaki limandan dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal bir dağ gibi keser denizi Kos adası sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te tadına doyulmaz meyve niyetine yenir domatesler ardından elma çayı yudum yudum içilir silip süprülsün diye ağzının pasını Gümüşlük’te kol kola girilir denize Tavşan adasının çevresinde yüzülür balık yenir ızgarada hemen oracıkta avlanmış açık türkuaz renginde Ege’nin Her şey yaşanır Gümüşlük’te akasya ağacının altında uyuyan bir köpeğin bacakları arasında bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini tüm doğallığıyla dost bir elin merhabası uzanır barış çağrısıyla Gümüşlük’te gümüş yağar denize Ve kaybolduğunu sanırsın kentin Bir sisin altında Badem kurtçukları fısıldaşır Aşkın doğuşunda Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz başların üstünde gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş insanlar arasında Gümüşlük’te mutluluk rakı tadında dağların doruğunda öğreniyoruz bunu kapanır her yara sıcak bir gülücükte İstanbul Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize. Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı? Efes Kırık dökük kemerler arasında dor tarzı sütunlar darmadağın mermer yığınları gelincikler ortasında yürüyorum Efes sokaklarında Bir uğultu yükseliyor Agora’dan peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan Odéon sakinlerinden Şanzelize’ye iniyorum önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya sonra yüzümü ve ellerimi en son yanaklarımı yıkıyorum Trajan çeşmesinde yürüyorum Efes sokaklarında Sütun başlıklarına bakıyorum Merkür kapısında bekleyen Artemis’in gözüyle yaşadıklarını düşünüyorum kentin başına gelenleri bu düşünce kentinin yitip gidişini yavaş yavaş taş katmanına dönüşümünü kuma gömülüşünü ağır ağır denizin çekilişinden sonra Burada güç, bilgelik ve güzellik sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte kurşun mühürlü genelevin namuslu rahibeleri bilge sokak kızları kendileri seçiyorlar efendilerini Güneşle evli bu kırılgan dünyanın ışıltılı yüzünde dev bir kitaplık nakışlı perdelerin arkasında Efes uyukluyor derin uykusundan çalarak dikenli otlar arasında yürüyorum Efes sokaklarında Deniz biraz uzakta yitik bir cennet boş vapurlar Uyuyor Efes kilden ve gölgeden mermerden ve rüzgardan giysisiyle çamların arasında biraz biraz daha yaklaşınca kan karışıyor yaşama sevincine mermer damarlarında Yaban gülleri sarmış Efes’i gecenin örgüsüyle mor kürküyle ve kayan yıldızlarıyla yürüyorum Efes sokaklarında Binlerce yıl geçtik buradan parmak uçlarında yeniden işleyerek bakırı döverek demiri ve ateşi ve yeşerterek buğdayı Buradan boy attık kısa süren bir düşün ardından kumlara gömüldük sonunda Ve şimdi uzakta denizin üstünde yelken açtı ölümsüzlük kenevir dallarıyla süslü yelken açtı uzaklara asla dönmemek üzere Yürüdüm Efes sokaklarında saygıyla Bodrum Ak evler kutu kutu dayamışlar sırtlarını tepelere tıkış tıkış alt alta üst üste ve Kos adası denizin ötesinde parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında kumsalı içiyor gecede saf altın saydamlığında Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru Zamanın sınırları yok artık namuslu orospular ışığın köleleri nikah kıyıyorlar geceyle solgun ışıklar da sönüyor kutu kutu evlerde yüksek tepelere denizin dalgaları kumsalı dövüyorlar ağır ağır küçük mavi adımlarla Bilir misiniz ki her akşam yatağımın üstünde taze çiçeklerden çelenkler odamı süslüyorlar, bilir misiniz ki Türkiye’de dostlarımız var? Binlerce insan al al bayrak açtılar İstanbul’da ve Ankara’da. Bilir misiniz ki Türkiye’de sokaklara indi insanlar laiklik ve demokrasi adına? Bilir misiniz ki Türkiye’de milyonlarca dostum var ? Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007. Patrick Pérez-Sécheret NEREDE OLURSA Nazım Hikmet’e Şiir Bekler Postası Moskova Türkçesi : Ali Z. Demir (Collection Le Sens des mots) 1 Güneşli caddelere girip çıkıyorum, birinden diğerine, ve seni düşünüyorum Nazım, yasaklıyorum umutsuzluğu kendime. Gereksinmemiz var diğerlerine koşarken bir sürgünden ötekine düş kırıklılıklarımızın yüküyle. Seni düşünüyorum Nazım. Sözlerin iyileştiriyor yaramı, portakal çiçeği gibi ancak onlar dindiriyor acımı güneşli sokaklara dalar gibi. . Örnek alıyorum yürekliliğini, o büyük direncini zindanlara karşı ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları. Öte yandan, mavi peçeli kızlar defterlerini gizliyorlar kara sakallı yobazlardan okula gidiyorlar Kabil yıkıntıları arasından. Mavi burkaların altında umut Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde sımsıcak dokunuşların müziğiyle yürüyor yasaksız geleceğe. Seni düşünüyorum Nazım. 2 Otuz yıl yürüdüm nerdeyse, tam otuz yıl Nazım yaşlı İstanbul’da, dünyanın başkentinde, Diojen’in ve Alparslan’nın kalıtlarından habersizce. İncil’i okudum taşında ve toprağında Kapadokya’nın, duydum ruhun yontulmuş belleğini volkan kayaların doruğunda. Ve Hititli kral Hattuşa’nın kapısından geçtim en sonunda. Ülkeler içinde güzel ülke Nazım, senin ülken halkların buluştuğu yer, denizlerin, dağların, ve en yüce tapınakları uygarlıkların. Senin ülken Nazım, güzel bir kartpostal değil yalnızca, sanki bir düet, bir koro limanlarda, bir ak saç örgüsü Pamukkale’de. Ve kapılarda tekmelenen insanların, alıp götürülen yazgısına gözyaşlarının ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin. bu namuslu insanlar hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar putların düş kırıklıklarının ve kuru muz bahçelerinin ötesinde. 3 Kabil’de genç kızlar, canın askerleri nöbetçileri insan haklarının. Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar, dar yollardan geçip sesimizi taşıyorlar geleceğe. Kabil’de bu genç kadınlar özgürleştirmek için yüzlerini yırtıp atıyorlar kefen bezlerini. Ceviz ağacının gölgesinde daha çok yer var kardeşliğe, uzatınca kanatlarını sonsuzluğa kim engelleyebilir onu uçmaktan asla. Alıp başını gider Nazım, yürür şafakların aydınlığında, çoğalır durmadan kardeşlikte kızıl paltosunun altında, Yusuf’un şiirinde, Lounens’in şarkısında, yankılanır binlerce kardeşin sesi Akdeniz’de, şu türküyü söyleyebilecek çocuklar evrenin bütün dillerinde: “Yaşamak güzel şey be kardeşim yaşamak güzel şey”. 4 Ege denizini gördüm Milet’i yutan, gökle su arasında boyun eğdiren tapınak yapıcılarına. Güneşten bir beşik senin ülken Nazım, anlatır sonsuzluğu esen yele kıyılarında Kara Deniz’in, karlı tepelerinde Torosların. Bize ne Hazreti İbrahim’den ve zavallı teknesinden? Değer dünyanın bütün altınına ve bütün ölü tanrılarına küçücük koyu Kekova’nın. Öldü bütün tanrılar Maidanek’te, Haippong’ta, ve de Hiroşima’da. 5 Kabil’de genç kadınlar demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini kara sakallı sahte papazları için Tanrı’nın. Gizlice okuyorlar şiirlerini, sanki bir tüfek korku enselerinde, duvardaki saat durmuş zaman bir ölüm suresi. Seni düşünüyorum Nazım, Moskova’ da, Varna’da ya da Bursa’da, Paris’te belki de, İstanbul’da hatta, taksilerin uğultusunda, bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların. Çiçek açacak bir gün kentin, çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın kralların yıkıntılarından, küllerinden yenik askerlerin. 6 Gördüm Nazım, senin ülkende gördüm Çatal Höyük’ü, ilk kentini dünyanın, ana-tanrıçalarını ışık saçan ve kıvancını kusursuz mutluluğun. Ağladım gömütlüğünde Nemrut Dağı’nın, ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım, güzel olmalı gelecek, beşiğini bulmalıyız yeniden usun, örgüsünü düşüncenin ve dilini bilgeliğin. Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar, Yardıma çağırıyorlar umarsızca ve bataklığa gömülüyor dünya orada. Bir mezar kent burası, Otomatik bir silah gülüşün yankılanması. Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık, köpeklere atıldı hukuk, bir dilenci çocukluk okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki. Şiir yazıyor insanlar Kabil’de tırnaklarıyla duvarlara. 7 Seni düşünüyorum Nazım soluğumu kesiyor Paris. çok az yer kaldı şairlere günümüzde, alınıp satılıyor her şey, hatta saçmalıklar bile. Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi Seine rıhtımlarına demirli yüklü gemiler gibi, ve umurunda değil Seine’in. Şiir doluymuş, kanalları tıkıyormuş, ama kimse, hiç kimse, alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini, ne bu aydınlık şarkılarını. Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım, sıradan bir müzeyi değil insanlığın kürsüsünü, araçların diyalektiğini, yontuculuğun gücünü, sevecenliğin destanını ve özetini barbarlığın. Bütün halklar, bütün gözyaşları, bütün savaşlar bütün saraylar burada Nazım, senin sevgili ülkende yani. Nasıl göze alabildiler yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan, bu kan ve emek belgeliklerinden, nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin nasıl koydular demir parmaklıkların ardına? Bu tutukevi de neyin nesi Nazım bu dev tiyatrolar yurdunda? Korku Nazım, korku titretiyor gecelerini kurulu düzelerinin karabasanında. 8 Kabil’de, onurumun gözleri kanlı ve düşlerimin kolları kelepçeli. Bununla birlikte Kabil’de, tarih yazıyor genç kadınlar ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar, kanıyor sözcükler umudun mahzenlerinde. Ama her kadın ayakta, özgürlük her dudakta her kulak kirişte her göz yaşama sevdasında titreşirler evrensel bir ışıkta. Bu İzmir’de olabilir, 1915’te Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da kırdırdılar halkları birbirlerine. Seni düşünüyorum Nazım, sönüyorum yavaş yavaş, kısalıyor tümcelerim. Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek, bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık. Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler? ufacık bir şeye bile, hiç değilse, yaramayacak mıyız biz şeye? Her yanı çevrili bu dünyada kayıtsızlığın örümcekleri örmüşler ağlarını. İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar, yenler, avrolar, milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler. Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz, yakıcı sözcüklerimiz, kızgın sözcüklerimiz, özgür sözcüklerimiz, ölülerimiz bir de, boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi yaralı bir insanlık üstüne anlamsız sözcüklerimiz. 9 Kabil’de özgürlük yaşıyor hala bir köpeğin dişleri arasında ve bakışı yakıyor beni paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında. Tarih düşüyorum mezar kazıcılarına Tanrı’nın kıyıcılarına perilerin, düşlerin kasaplarına. Kabil’e inanıyorum, gölgelerin halkına gecede umut dokuyan bu genç kadınlara kurşun giysilerinin altında. . . 10 Otuz yıl uyudum nerdeyse, Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde Terme’de senin dizelerini okuyarak geceleyin gözleri kamaşan kartallara. Dolaştım Aspendos yıkıntılarını dinsel bir koronun ezgilerinde toprak sarısı bir düşle. Senin ülken bir evren Nazım, tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde, yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri adsız sınırsız sağrılarında, yüz dinli bir adam, küllerin adamı yansır kutsal çömleklerde, köylüsü, demircisi, marangozu, işportacısı yan yana dizilmişler gözyaşları ve gülüşleriyle, kan ve alın terleriyle. 11 Seni düşünüyorum Nazım. Boş duracak değilim ya, sözcüklerin yorgunuyum yalnızca, bilisizliğin korkunç ürküntüsü yaklaşıyor yaklaştıkça. Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor, tükendikçe tükeniyor sevda, sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar, bomboş eller. Bununla birlikte, güneş yalnızca, bir güneş denizi doluyor sokaklara, kuşlar konuyor birer birer, kuşlar konuyor mutlulukla dünya çeşmelerinin bilek taşlarına. Yaşamak güzel şey elbette her şeye rağmen Nazım, yaşamak güzel şey, her yerde. Mor olsa da bazen toprağın rengi, insan elleri taşı yonttu, kumu kardı tonlarca, sulayıp yeşertti çölü. Bir yandan kin sarmış her yanı, baştan ayağa silahlanmış insanlar. Kaybolmuş bedenleri kadınların kara çarşafların altında, korkunç karanlığında bilisizliğin. Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu taştan katedraller dikti, düşün tapınakları, sinagoglar, ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan, mutluluk anları bunlar, suyun yanı başında hemen. Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar ve açlıktan, sokaklarda uyuyor çocuklar, ve insanoğlu, kayıtsız olup bitene , saçlarını tarıyor aynada kendi bencilliğinde. 12 Ülkeni okudum Nazım, Bursa hapishaneni gezdim. Toza toprağa bulandım, kargaların türkülerinde senin ülkenin. Çok özledim seni sevgili ağabey kırlangıç ve umut şiirlerinin arasında. Bir ülkede doğuyor insan büyür gibi anasının karnında, oradan yayılıyor kökleri dünyaya bu kil çanaktan sesin mavisine. Sen de yürüdün mü Nazım mermer sokağında Efes’in? Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına görmek için Afrodisias’ın mor giysili tepelerini eşsiz mavi göğün altında, bilebildin mi ne taşıdıklarını insan yüklü gemilerin bir kıyıdan ötekine, bir düşten diğerine bütün çağlarca. Engellediler seni Nazım gökyüzünü içmeni. Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın vuruştukça senin şiirinde. İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin, ayakkabılarımı çıkarıp usulca bütün boş kalelerine giriyorum kentin, akreplerle konuşuyorum kumsalda donmuş sözcüklerle parmaklar arasında. Ben de senin gibiyim Nazım gerçekten ve kavgadan yana özgürlüğü için insanlığın bütün varoşlarında dünyanın, senin ülkenin belleği omuz başımda, yaşlı ve suskun bir kelebek sanki uçar onurun kanatlarında. 13 Seni düşünüyorum Nazım. Hani okullarda öğretilir ya hoşgörü ve karşılıklı saygı, matematik vesaire hepsi birer kafa karışıklığı. Avucuna aldı dünyamızı hız, her ıssız ada bir müze artık uçak kanatlarına asılı, ve susuyor özlemin yüreği kendi kendince. Oysa uyarılmıştık biz kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne, aldatıcı bayrakların çekiciliğine, birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı. Ama kaybolup gitti insan albenili giysiler, zırva arzular, can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında. . Yine de, Nazım, yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana kazma-kürek vuruşlarımızı törenle açtığımız yapı alanlarını, yine de kollarını açıyor bize, ve güneş terk etmiyor bizi. Gecenin dudaklarında saklı belleği atalarımızın. Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor kasımpatı saksılarında büyüyor tapınak kalıntılarında. Varlığını sürdürmeyi seçti insan ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde, ya da yaldızlı bir hapishane sağ girilip ölü çıkılan, imlerle bezenmiş bir beden susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının, ucuzlamış dilin, ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin. Seni düşünüyorum Nazım. Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya, umudumu parçaladı güvercinler kemiğime dek. Yine de, sessizlik içti bazen dönüp gelen acılarımızı, kapıları üstümüze kapadı kahkahalar, kararsız adımlarımızın ardından, kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin. Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi. Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi, canlılar arası ilişkiler gibi. Yine de, güzel şey yaşamak, tanımak yansımalarla yüklü doğayı ve kavuşturmak aletle toprağı. Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını, tutku katlediyor imgeyi sonsuz bir boyun eğmişlikle dudakların ve cinselliğin emrine. Seni düşünüyorum Nazım. 14 Seni bekliyorum Nazım, bir zeytin ağacının altında, Bergama’da, ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta, çiçeklerle bezenmiş kapısında grevdeki bir fabrikanın İzmir’de. Çay içeceğiz birlikte Bodrum kalesinde, ve insan haklarını konuşacağız Kaleköy’de, pılı pırtı içinde Üçağız’da, küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından, umut uçuracağım geleceğe, yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta. Senin ülken bir dünya Nazım, ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında. Yazmak bir onurdur öyleyse, bir sopa kaygının ensesinde, iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde. Yine de yoksunluk karartıyor içimizi, zavallı dünyamızda, sinsice örülmüş tutsaklığımızda. Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri, okşuyor usancı, çirişotu bahçesine açılıyor pencereler, bin yıllık bir gerçeklik boy atıyor bir yerlerde mutlulukla. Ekinlerin kıyısında, günebakanlar, erik ağaçları, gökdelenler altında genelev gerçeği ve şerbetli doyumsuzluklar. İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne renkli bir çarşaf çekmiş ufka, egemenlik taslıyor başkalarına, yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde. Bütün coğrafya yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda, onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler. Korku ise kendi kafesinde, almış avuçları arasına yüzünü ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının Paris’te Voj meydanında sevip okşuyor ha bire. . 15 Seni düşünüyorum Nazım. Kim ölmek isterdi şimdi güzellik kapımızı çalmışken, kim ayrılmak isterdi bu dünyadan, kim yutmak isterdi tek başına bu ilacı olası hasat mevsiminde duyguların? İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında, hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım. Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya ve biraz daha uzaklaşıyor bizden düşsel baharlarımız. Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım, önümüzde koşuyor yaşam, O eski Şanzelize sokaklarında bazukalar duruyor sancak yerinde şimdi. Hiçbir şey değişmeyecek aslında, insandadır bizim aklımız, ölü ya da diri Beyazıt meydanında, Tienmen’de, Alje’de ya da Meksiko’da. Seni düşünüyorum Nazım, insanı düşünüyoruz aslında her gün yaşam pastamız bu, günlük felsefemiz bizim insan okyanusundayız hepimiz. Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda, balta sapı ve balta sürdürüyorlar acılarını. Baltanın sapını tutan İstediği yere vuruyor ağzını. İnsanlar ölüyor hapishanelerinde Türkiye’nin, Nazım. Eşler, kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar, elleri bellerinde aşkın ayrık bakışı gözlerinde. Senin ülken Nazım bir hapishane hala, insanlar çizik atıyorlar duvarlara tüketmek için günlerini, direnmek için acılara. 16 Artık sonu yok bu yolun Nazım, Çin’den Sudan’a, Filistin’den Kabil’e, cesetlerle dolu yollar, katledilen çocuklar, acılarla beli bükük anneler. Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım, suratımıza fırlatılıyor her şey akşam haberlerinde bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında. Yaşamak kan pahasına, oysa biz sıradan yolcularız sürünürüz toz topraklarda. Bu dünya bizim kamçılanmış umudumuz, hazır çantalarımız, denize atılmış şiirlerimiz, giysimiz, pasaportumuz ve mendilimiz. Bir taş atımlık uzaklıkta, işkence altında çocuklar İsrail hapishanelerinde. Mansur yediği darbeleri anlattı, başı tuvaletin ağzında, bedenine çarpan soğuk su, iki büklüm atıldığı hücrede, solgun ışık altında işkence… Gözlerini kapıyor döneklik, tıkıyor yüreğini. Niçin askere alınır bu çocuklar ? Nerde onların yurdu, onların geleceği? İsrail’den, Filistin’den değil tümü. Ve bunlar olup biterken, Nazım, pembe diziler karartıyor ekranlarımızı, sıradan bir mal insan alınıp satılan. Afrika’da, kara kardeşlerimiz ölüp gidiyorlar milyonlarla, aids tüketiyor çocuklukları, suya hasretken insan, kale duvarlarıyla korunuyor elmas madenleri, çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini, yüzüklerini sevgiliye sunulan en büyük sessizliğinde çağların. 17 Yine de yaşam, Nazım, mavi çiçekli bir ağaç tohum saçan nadasa bırakılmış tarlalarda. Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam, ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde. Sıradan bir günün sonunda ya da belirsiz bir gelecekte, sanki bir gazete taslağı yaşam yanlış haberlerle bezenmiş. Betimlenmesi zor bir dünya aslında yaşanmamış kalıtı özlemlerin. Seni düşünüyorum, Nazım, Voj meydanında Paris’te. Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta sözcüklerinin örüntüsünde: varlığın aramızda kardeşçe ve güzel bir yaşam için umutlu bir bekleyiş yarına varlığın nefes kesiyor hala. 19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris. Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir. Son-Söz Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa. Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır. Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına. Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i. Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan. Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha. Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse. Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin. Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır. Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız. Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır. Partick Pérez-Sécheret Bastia, 22 Mart 2002 Patrick Pérez-Sécheret Abidin’e Gelincikler Poésie en Poche AUTRES TEMPS YAYINEVİ Abidin Dino ile tanışmak… Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var. Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor. Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor. Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor. Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan. Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle: “Gözlerine baktığımda güneşli bir toprak kokusu vurur başıma…” “ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim. Patrick Pérez-Sécheret Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche “Yaşamak güzel şey kardeşim” Yaşlı Bay dans ediyor bir ipin üstünde kaleminin ucunda. Yaşlı Bay Nil nehrini geçiyor, hasta yatağında ve gözleri parıldıyor. Yaşam orada duruyor işte doğulu ve dingin dönüp duruyor yapay nilüferler suyun içinde bir iğnenin deliğinden bakıyor dünyaya. “Yaşamak güzel şey kardeşim…” Bir köşesinde bir adanın yaşlı istiridye kabukları kardeş Nazım usta denizci, gülümsüyor ayakyolunda. Yavaş gidiş-gelişler, Saint-Martin kanalında, abuk sabuk sergiler Latin mahallesinde, ve İnsan Manzaraları Bursa hapishanesinde… Yaşlı Bay mürekkep kaleminin bir çizgisiyle matrak geçiyor yastığında, kurşun bir iplik sarkıyor böğrüne. Bir solukta tutuşturmak gerekecek dünyayı, elektrotlara gülümsemek, dize getirilmiş Afrika’ya, bir göktaşına ve uzak gelecek için. Abidin elleriyle çiziyor geleceği, ipliklere karışmış, sakalına dolanmış, dikenli teller alev alev yanıyor Çanakkale’den Rodos tepelerine dek. Yaşlı Bay yatağına gömülüyor, deniz olağanüstü güzel elde yapılmış reçeller başucunda, hava bulutlu, “güzel şey yaşamak”. Yaşamı bir kurşun ipliğine bağlı artık bir çizik yalnızca abeceye uzanan, bu küçücük bir hiçbir şey ayın yansıması çıplak alnında kibirli dingin. Bu küçük çizik kaleminin ucunda güneşe dönüşüyor birden, dünyayı dolaşıyor Arian’ın ipliği Thésée’ninki gibi ya da Geveze kuş gemilerin demir attığı yerde yol alıyor yeni bir dünyaya doğru. “Yaşam güzel be kardeşim, yaşamak güzel şey”. Dünya öylesine küçük ki avucumuzun içi kadar, bir kiraz sanki. Güzin bir bakışta tartıyor ağırlığını bu oyunun yitip giden ölümün ateşin akışında. Doyumsuz yaşam gemlenemez mizah göz kırpıyorlar birlikte. Yaşlı Bay bırakıyor kalemini böbreklerinin yorgunluğunda yavaşlıyor bedeni ölüme direnişinde. Hoşça kal Abidin gelincikler içinde, hoşça kal şimdi ve sonsuza dek, yaşamın senin öksüz kalmayacak hiçbir zaman. Marie-Jo şarap içelim dedi mürekkep karışsın suya yaşam fışkırsın içinden bir de emeklerimiz uçup gitsin ölüm birden. Şimdi ilmik ilmik her şey şarkısını söylüyor mizah tek başına. Kuyruklu bir yıldız altında suç işlemekten korkuyor Abidin Nazım nöbet tutuyor bir kayın ağacının tepesinde bir rüzgar teli dişlerinin arasında ve bir gök kalem gözlerinde. 13 Haziran 1994, Lieusaint, Seine et Marne Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır. Şiir Defteri Patrick Pérez-Sécheret Şiir Sığınağı Senin yurdun Cemal öğütülmüş fındık kokuyor ya da taze sardalye nazar boncuğu renginde senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya ovaları yüklü limon ve portakal bahçelerine Genç bir yurdun var senin Cemal birbirine ilmiklenmiş yolları halkların kiliminde İnsanlığın renklerinde senin yurdun Cemal can verir hasırotuna bahçelerini sular ak evler kurar Senin yurdun Cemal olgun bir incir gibi ballı zeytin gibi lezzetli pamuk gibi ipeksi ve eğer bir horgörü gününde seçmem gerekseydi bir başkasını koşullar gereği senin yurdunu seçerdim Cemal bu şiir sığınağını. Ne yapacağız yarın bu zeytinlikleri başucumuzdaki yüklü portakal bahçelerini? Ne yapacağız bu rüzgarı mermer ve tuğla zindanlardan esen? Ege denizinin meltemini küçük bir sonat gibi sonsuzluğa açılan fısıldar sisli sularda Gümüşlük Denize inilir küçük kilisenin ardından Tavşan adasının karşısındaki limandan dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal bir dağ gibi keser denizi Kos adası sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te tadına doyulmaz meyve niyetine yenir domatesler ardından elma çayı yudum yudum içilir silip süprülsün diye ağzının pasını Gümüşlük’te kol kola girilir denize Tavşan adasının çevresinde yüzülür balık yenir ızgarada hemen oracıkta avlanmış açık türkuaz renginde Ege’nin Her şey yaşanır Gümüşlük’te akasya ağacının altında uyuyan bir köpeğin bacakları arasında bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini tüm doğallığıyla dost bir elin merhabası uzanır barış çağrısıyla Gümüşlük’te gümüş yağar denize Ve kaybolduğunu sanırsın kentin Bir sisin altında Badem kurtçukları fısıldaşır Aşkın doğuşunda Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz başların üstünde gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş insanlar arasında Gümüşlük’te mutluluk rakı tadında dağların doruğunda öğreniyoruz bunu kapanır her yara sıcak bir gülücükte İstanbul Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize. Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı? Efes Kırık dökük kemerler arasında dor tarzı sütunlar darmadağın mermer yığınları gelincikler ortasında yürüyorum Efes sokaklarında Bir uğultu yükseliyor Agora’dan peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan Odéon sakinlerinden Şanzelize’ye iniyorum önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya sonra yüzümü ve ellerimi en son yanaklarımı yıkıyorum Trajan çeşmesinde yürüyorum Efes sokaklarında Sütun başlıklarına bakıyorum Merkür kapısında bekleyen Artemis’in gözüyle yaşadıklarını düşünüyorum kentin başına gelenleri bu düşünce kentinin yitip gidişini yavaş yavaş taş katmanına dönüşümünü kuma gömülüşünü ağır ağır denizin çekilişinden sonra Burada güç, bilgelik ve güzellik sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte kurşun mühürlü genelevin namuslu rahibeleri bilge sokak kızları kendileri seçiyorlar efendilerini Güneşle evli bu kırılgan dünyanın ışıltılı yüzünde dev bir kitaplık nakışlı perdelerin arkasında Efes uyukluyor derin uykusundan çalarak dikenli otlar arasında yürüyorum Efes sokaklarında Deniz biraz uzakta yitik bir cennet boş vapurlar Uyuyor Efes kilden ve gölgeden mermerden ve rüzgardan giysisiyle çamların arasında biraz biraz daha yaklaşınca kan karışıyor yaşama sevincine mermer damarlarında Yaban gülleri sarmış Efes’i gecenin örgüsüyle mor kürküyle ve kayan yıldızlarıyla yürüyorum Efes sokaklarında Binlerce yıl geçtik buradan parmak uçlarında yeniden işleyerek bakırı döverek demiri ve ateşi ve yeşerterek buğdayı Buradan boy attık kısa süren bir düşün ardından kumlara gömüldük sonunda Ve şimdi uzakta denizin üstünde yelken açtı ölümsüzlük kenevir dallarıyla süslü yelken açtı uzaklara asla dönmemek üzere Yürüdüm Efes sokaklarında saygıyla Bodrum Ak evler kutu kutu dayamışlar sırtlarını tepelere tıkış tıkış alt alta üst üste ve Kos adası denizin ötesinde parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında kumsalı içiyor gecede saf altın saydamlığında Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru Zamanın sınırları yok artık namuslu orospular ışığın köleleri nikah kıyıyorlar geceyle solgun ışıklar da sönüyor kutu kutu evlerde yüksek tepelere denizin dalgaları kumsalı dövüyorlar ağır ağır küçük mavi adımlarla Bilir misiniz ki her akşam yatağımın üstünde taze çiçeklerden çelenkler odamı süslüyorlar, bilir misiniz ki Türkiye’de dostlarımız var? Binlerce insan al al bayrak açtılar İstanbul’da ve Ankara’da. Bilir misiniz ki Türkiye’de sokaklara indi insanlar laiklik ve demokrasi adına? Bilir misiniz ki Türkiye’de milyonlarca dostum var ? Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007. Patrick Pérez-Sécheret NEREDE OLURSA Nazım Hikmet’e Şiir Bekler Postası Moskova Türkçesi : Ali Z. Demir (Collection Le Sens des mots) 1 Güneşli caddelere girip çıkıyorum, birinden diğerine, ve seni düşünüyorum Nazım, yasaklıyorum umutsuzluğu kendime. Gereksinmemiz var diğerlerine koşarken bir sürgünden ötekine düş kırıklılıklarımızın yüküyle. Seni düşünüyorum Nazım. Sözlerin iyileştiriyor yaramı, portakal çiçeği gibi ancak onlar dindiriyor acımı güneşli sokaklara dalar gibi. . Örnek alıyorum yürekliliğini, o büyük direncini zindanlara karşı ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları. Öte yandan, mavi peçeli kızlar defterlerini gizliyorlar kara sakallı yobazlardan okula gidiyorlar Kabil yıkıntıları arasından. Mavi burkaların altında umut Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde sımsıcak dokunuşların müziğiyle yürüyor yasaksız geleceğe. Seni düşünüyorum Nazım. 2 Otuz yıl yürüdüm nerdeyse, tam otuz yıl Nazım yaşlı İstanbul’da, dünyanın başkentinde, Diojen’in ve Alparslan’nın kalıtlarından habersizce. İncil’i okudum taşında ve toprağında Kapadokya’nın, duydum ruhun yontulmuş belleğini volkan kayaların doruğunda. Ve Hititli kral Hattuşa’nın kapısından geçtim en sonunda. Ülkeler içinde güzel ülke Nazım, senin ülken halkların buluştuğu yer, denizlerin, dağların, ve en yüce tapınakları uygarlıkların. Senin ülken Nazım, güzel bir kartpostal değil yalnızca, sanki bir düet, bir koro limanlarda, bir ak saç örgüsü Pamukkale’de. Ve kapılarda tekmelenen insanların, alıp götürülen yazgısına gözyaşlarının ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin. bu namuslu insanlar hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar putların düş kırıklıklarının ve kuru muz bahçelerinin ötesinde. 3 Kabil’de genç kızlar, canın askerleri nöbetçileri insan haklarının. Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar, dar yollardan geçip sesimizi taşıyorlar geleceğe. Kabil’de bu genç kadınlar özgürleştirmek için yüzlerini yırtıp atıyorlar kefen bezlerini. Ceviz ağacının gölgesinde daha çok yer var kardeşliğe, uzatınca kanatlarını sonsuzluğa kim engelleyebilir onu uçmaktan asla. Alıp başını gider Nazım, yürür şafakların aydınlığında, çoğalır durmadan kardeşlikte kızıl paltosunun altında, Yusuf’un şiirinde, Lounens’in şarkısında, yankılanır binlerce kardeşin sesi Akdeniz’de, şu türküyü söyleyebilecek çocuklar evrenin bütün dillerinde: “Yaşamak güzel şey be kardeşim yaşamak güzel şey”. 4 Ege denizini gördüm Milet’i yutan, gökle su arasında boyun eğdiren tapınak yapıcılarına. Güneşten bir beşik senin ülken Nazım, anlatır sonsuzluğu esen yele kıyılarında Kara Deniz’in, karlı tepelerinde Torosların. Bize ne Hazreti İbrahim’den ve zavallı teknesinden? Değer dünyanın bütün altınına ve bütün ölü tanrılarına küçücük koyu Kekova’nın. Öldü bütün tanrılar Maidanek’te, Haippong’ta, ve de Hiroşima’da. 5 Kabil’de genç kadınlar demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini kara sakallı sahte papazları için Tanrı’nın. Gizlice okuyorlar şiirlerini, sanki bir tüfek korku enselerinde, duvardaki saat durmuş zaman bir ölüm suresi. Seni düşünüyorum Nazım, Moskova’ da, Varna’da ya da Bursa’da, Paris’te belki de, İstanbul’da hatta, taksilerin uğultusunda, bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların. Çiçek açacak bir gün kentin, çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın kralların yıkıntılarından, küllerinden yenik askerlerin. 6 Gördüm Nazım, senin ülkende gördüm Çatal Höyük’ü, ilk kentini dünyanın, ana-tanrıçalarını ışık saçan ve kıvancını kusursuz mutluluğun. Ağladım gömütlüğünde Nemrut Dağı’nın, ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım, güzel olmalı gelecek, beşiğini bulmalıyız yeniden usun, örgüsünü düşüncenin ve dilini bilgeliğin. Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar, Yardıma çağırıyorlar umarsızca ve bataklığa gömülüyor dünya orada. Bir mezar kent burası, Otomatik bir silah gülüşün yankılanması. Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık, köpeklere atıldı hukuk, bir dilenci çocukluk okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki. Şiir yazıyor insanlar Kabil’de tırnaklarıyla duvarlara. 7 Seni düşünüyorum Nazım soluğumu kesiyor Paris. çok az yer kaldı şairlere günümüzde, alınıp satılıyor her şey, hatta saçmalıklar bile. Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi Seine rıhtımlarına demirli yüklü gemiler gibi, ve umurunda değil Seine’in. Şiir doluymuş, kanalları tıkıyormuş, ama kimse, hiç kimse, alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini, ne bu aydınlık şarkılarını. Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım, sıradan bir müzeyi değil insanlığın kürsüsünü, araçların diyalektiğini, yontuculuğun gücünü, sevecenliğin destanını ve özetini barbarlığın. Bütün halklar, bütün gözyaşları, bütün savaşlar bütün saraylar burada Nazım, senin sevgili ülkende yani. Nasıl göze alabildiler yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan, bu kan ve emek belgeliklerinden, nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin nasıl koydular demir parmaklıkların ardına? Bu tutukevi de neyin nesi Nazım bu dev tiyatrolar yurdunda? Korku Nazım, korku titretiyor gecelerini kurulu düzelerinin karabasanında. 8 Kabil’de, onurumun gözleri kanlı ve düşlerimin kolları kelepçeli. Bununla birlikte Kabil’de, tarih yazıyor genç kadınlar ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar, kanıyor sözcükler umudun mahzenlerinde. Ama her kadın ayakta, özgürlük her dudakta her kulak kirişte her göz yaşama sevdasında titreşirler evrensel bir ışıkta. Bu İzmir’de olabilir, 1915’te Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da kırdırdılar halkları birbirlerine. Seni düşünüyorum Nazım, sönüyorum yavaş yavaş, kısalıyor tümcelerim. Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek, bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık. Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler? ufacık bir şeye bile, hiç değilse, yaramayacak mıyız biz şeye? Her yanı çevrili bu dünyada kayıtsızlığın örümcekleri örmüşler ağlarını. İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar, yenler, avrolar, milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler. Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz, yakıcı sözcüklerimiz, kızgın sözcüklerimiz, özgür sözcüklerimiz, ölülerimiz bir de, boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi yaralı bir insanlık üstüne anlamsız sözcüklerimiz. 9 Kabil’de özgürlük yaşıyor hala bir köpeğin dişleri arasında ve bakışı yakıyor beni paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında. Tarih düşüyorum mezar kazıcılarına Tanrı’nın kıyıcılarına perilerin, düşlerin kasaplarına. Kabil’e inanıyorum, gölgelerin halkına gecede umut dokuyan bu genç kadınlara kurşun giysilerinin altında. . . 10 Otuz yıl uyudum nerdeyse, Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde Terme’de senin dizelerini okuyarak geceleyin gözleri kamaşan kartallara. Dolaştım Aspendos yıkıntılarını dinsel bir koronun ezgilerinde toprak sarısı bir düşle. Senin ülken bir evren Nazım, tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde, yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri adsız sınırsız sağrılarında, yüz dinli bir adam, küllerin adamı yansır kutsal çömleklerde, köylüsü, demircisi, marangozu, işportacısı yan yana dizilmişler gözyaşları ve gülüşleriyle, kan ve alın terleriyle. 11 Seni düşünüyorum Nazım. Boş duracak değilim ya, sözcüklerin yorgunuyum yalnızca, bilisizliğin korkunç ürküntüsü yaklaşıyor yaklaştıkça. Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor, tükendikçe tükeniyor sevda, sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar, bomboş eller. Bununla birlikte, güneş yalnızca, bir güneş denizi doluyor sokaklara, kuşlar konuyor birer birer, kuşlar konuyor mutlulukla dünya çeşmelerinin bilek taşlarına. Yaşamak güzel şey elbette her şeye rağmen Nazım, yaşamak güzel şey, her yerde. Mor olsa da bazen toprağın rengi, insan elleri taşı yonttu, kumu kardı tonlarca, sulayıp yeşertti çölü. Bir yandan kin sarmış her yanı, baştan ayağa silahlanmış insanlar. Kaybolmuş bedenleri kadınların kara çarşafların altında, korkunç karanlığında bilisizliğin. Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu taştan katedraller dikti, düşün tapınakları, sinagoglar, ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan, mutluluk anları bunlar, suyun yanı başında hemen. Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar ve açlıktan, sokaklarda uyuyor çocuklar, ve insanoğlu, kayıtsız olup bitene , saçlarını tarıyor aynada kendi bencilliğinde. 12 Ülkeni okudum Nazım, Bursa hapishaneni gezdim. Toza toprağa bulandım, kargaların türkülerinde senin ülkenin. Çok özledim seni sevgili ağabey kırlangıç ve umut şiirlerinin arasında. Bir ülkede doğuyor insan büyür gibi anasının karnında, oradan yayılıyor kökleri dünyaya bu kil çanaktan sesin mavisine. Sen de yürüdün mü Nazım mermer sokağında Efes’in? Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına görmek için Afrodisias’ın mor giysili tepelerini eşsiz mavi göğün altında, bilebildin mi ne taşıdıklarını insan yüklü gemilerin bir kıyıdan ötekine, bir düşten diğerine bütün çağlarca. Engellediler seni Nazım gökyüzünü içmeni. Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın vuruştukça senin şiirinde. İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin, ayakkabılarımı çıkarıp usulca bütün boş kalelerine giriyorum kentin, akreplerle konuşuyorum kumsalda donmuş sözcüklerle parmaklar arasında. Ben de senin gibiyim Nazım gerçekten ve kavgadan yana özgürlüğü için insanlığın bütün varoşlarında dünyanın, senin ülkenin belleği omuz başımda, yaşlı ve suskun bir kelebek sanki uçar onurun kanatlarında. 13 Seni düşünüyorum Nazım. Hani okullarda öğretilir ya hoşgörü ve karşılıklı saygı, matematik vesaire hepsi birer kafa karışıklığı. Avucuna aldı dünyamızı hız, her ıssız ada bir müze artık uçak kanatlarına asılı, ve susuyor özlemin yüreği kendi kendince. Oysa uyarılmıştık biz kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne, aldatıcı bayrakların çekiciliğine, birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı. Ama kaybolup gitti insan albenili giysiler, zırva arzular, can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında. . Yine de, Nazım, yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana kazma-kürek vuruşlarımızı törenle açtığımız yapı alanlarını, yine de kollarını açıyor bize, ve güneş terk etmiyor bizi. Gecenin dudaklarında saklı belleği atalarımızın. Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor kasımpatı saksılarında büyüyor tapınak kalıntılarında. Varlığını sürdürmeyi seçti insan ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde, ya da yaldızlı bir hapishane sağ girilip ölü çıkılan, imlerle bezenmiş bir beden susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının, ucuzlamış dilin, ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin. Seni düşünüyorum Nazım. Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya, umudumu parçaladı güvercinler kemiğime dek. Yine de, sessizlik içti bazen dönüp gelen acılarımızı, kapıları üstümüze kapadı kahkahalar, kararsız adımlarımızın ardından, kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin. Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi. Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi, canlılar arası ilişkiler gibi. Yine de, güzel şey yaşamak, tanımak yansımalarla yüklü doğayı ve kavuşturmak aletle toprağı. Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını, tutku katlediyor imgeyi sonsuz bir boyun eğmişlikle dudakların ve cinselliğin emrine. Seni düşünüyorum Nazım. 14 Seni bekliyorum Nazım, bir zeytin ağacının altında, Bergama’da, ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta, çiçeklerle bezenmiş kapısında grevdeki bir fabrikanın İzmir’de. Çay içeceğiz birlikte Bodrum kalesinde, ve insan haklarını konuşacağız Kaleköy’de, pılı pırtı içinde Üçağız’da, küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından, umut uçuracağım geleceğe, yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta. Senin ülken bir dünya Nazım, ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında. Yazmak bir onurdur öyleyse, bir sopa kaygının ensesinde, iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde. Yine de yoksunluk karartıyor içimizi, zavallı dünyamızda, sinsice örülmüş tutsaklığımızda. Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri, okşuyor usancı, çirişotu bahçesine açılıyor pencereler, bin yıllık bir gerçeklik boy atıyor bir yerlerde mutlulukla. Ekinlerin kıyısında, günebakanlar, erik ağaçları, gökdelenler altında genelev gerçeği ve şerbetli doyumsuzluklar. İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne renkli bir çarşaf çekmiş ufka, egemenlik taslıyor başkalarına, yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde. Bütün coğrafya yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda, onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler. Korku ise kendi kafesinde, almış avuçları arasına yüzünü ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının Paris’te Voj meydanında sevip okşuyor ha bire. . 15 Seni düşünüyorum Nazım. Kim ölmek isterdi şimdi güzellik kapımızı çalmışken, kim ayrılmak isterdi bu dünyadan, kim yutmak isterdi tek başına bu ilacı olası hasat mevsiminde duyguların? İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında, hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım. Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya ve biraz daha uzaklaşıyor bizden düşsel baharlarımız. Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım, önümüzde koşuyor yaşam, O eski Şanzelize sokaklarında bazukalar duruyor sancak yerinde şimdi. Hiçbir şey değişmeyecek aslında, insandadır bizim aklımız, ölü ya da diri Beyazıt meydanında, Tienmen’de, Alje’de ya da Meksiko’da. Seni düşünüyorum Nazım, insanı düşünüyoruz aslında her gün yaşam pastamız bu, günlük felsefemiz bizim insan okyanusundayız hepimiz. Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda, balta sapı ve balta sürdürüyorlar acılarını. Baltanın sapını tutan İstediği yere vuruyor ağzını. İnsanlar ölüyor hapishanelerinde Türkiye’nin, Nazım. Eşler, kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar, elleri bellerinde aşkın ayrık bakışı gözlerinde. Senin ülken Nazım bir hapishane hala, insanlar çizik atıyorlar duvarlara tüketmek için günlerini, direnmek için acılara. 16 Artık sonu yok bu yolun Nazım, Çin’den Sudan’a, Filistin’den Kabil’e, cesetlerle dolu yollar, katledilen çocuklar, acılarla beli bükük anneler. Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım, suratımıza fırlatılıyor her şey akşam haberlerinde bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında. Yaşamak kan pahasına, oysa biz sıradan yolcularız sürünürüz toz topraklarda. Bu dünya bizim kamçılanmış umudumuz, hazır çantalarımız, denize atılmış şiirlerimiz, giysimiz, pasaportumuz ve mendilimiz. Bir taş atımlık uzaklıkta, işkence altında çocuklar İsrail hapishanelerinde. Mansur yediği darbeleri anlattı, başı tuvaletin ağzında, bedenine çarpan soğuk su, iki büklüm atıldığı hücrede, solgun ışık altında işkence… Gözlerini kapıyor döneklik, tıkıyor yüreğini. Niçin askere alınır bu çocuklar ? Nerde onların yurdu, onların geleceği? İsrail’den, Filistin’den değil tümü. Ve bunlar olup biterken, Nazım, pembe diziler karartıyor ekranlarımızı, sıradan bir mal insan alınıp satılan. Afrika’da, kara kardeşlerimiz ölüp gidiyorlar milyonlarla, aids tüketiyor çocuklukları, suya hasretken insan, kale duvarlarıyla korunuyor elmas madenleri, çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini, yüzüklerini sevgiliye sunulan en büyük sessizliğinde çağların. 17 Yine de yaşam, Nazım, mavi çiçekli bir ağaç tohum saçan nadasa bırakılmış tarlalarda. Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam, ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde. Sıradan bir günün sonunda ya da belirsiz bir gelecekte, sanki bir gazete taslağı yaşam yanlış haberlerle bezenmiş. Betimlenmesi zor bir dünya aslında yaşanmamış kalıtı özlemlerin. Seni düşünüyorum, Nazım, Voj meydanında Paris’te. Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta sözcüklerinin örüntüsünde: varlığın aramızda kardeşçe ve güzel bir yaşam için umutlu bir bekleyiş yarına varlığın nefes kesiyor hala. 19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris. Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir. Son-Söz Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa. Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır. Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına. Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i. Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan. Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha. Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse. Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin. Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır. Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız. Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır. Partick Pérez-Sécheret Bastia, 22 Mart 2002 Patrick Pérez-Sécheret Abidin’e Gelincikler Poésie en Poche AUTRES TEMPS YAYINEVİ Abidin Dino ile tanışmak… Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var. Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor. Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor. Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor. Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan. Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle: “Gözlerine baktığımda güneşli bir toprak kokusu vurur başıma…” “ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim. Patrick Pérez-Sécheret Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche “Yaşamak güzel şey kardeşim” Yaşlı Bay dans ediyor bir ipin üstünde kaleminin ucunda. Yaşlı Bay Nil nehrini geçiyor, hasta yatağında ve gözleri parıldıyor. Yaşam orada duruyor işte doğulu ve dingin dönüp duruyor yapay nilüferler suyun içinde bir iğnenin deliğinden bakıyor dünyaya. “Yaşamak güzel şey kardeşim…” Bir köşesinde bir adanın yaşlı istiridye kabukları kardeş Nazım usta denizci, gülümsüyor ayakyolunda. Yavaş gidiş-gelişler, Saint-Martin kanalında, abuk sabuk sergiler Latin mahallesinde, ve İnsan Manzaraları Bursa hapishanesinde… Yaşlı Bay mürekkep kaleminin bir çizgisiyle matrak geçiyor yastığında, kurşun bir iplik sarkıyor böğrüne. Bir solukta tutuşturmak gerekecek dünyayı, elektrotlara gülümsemek, dize getirilmiş Afrika’ya, bir göktaşına ve uzak gelecek için. Abidin elleriyle çiziyor geleceği, ipliklere karışmış, sakalına dolanmış, dikenli teller alev alev yanıyor Çanakkale’den Rodos tepelerine dek. Yaşlı Bay yatağına gömülüyor, deniz olağanüstü güzel elde yapılmış reçeller başucunda, hava bulutlu, “güzel şey yaşamak”. Yaşamı bir kurşun ipliğine bağlı artık bir çizik yalnızca abeceye uzanan, bu küçücük bir hiçbir şey ayın yansıması çıplak alnında kibirli dingin. Bu küçük çizik kaleminin ucunda güneşe dönüşüyor birden, dünyayı dolaşıyor Arian’ın ipliği Thésée’ninki gibi ya da Geveze kuş gemilerin demir attığı yerde yol alıyor yeni bir dünyaya doğru. “Yaşam güzel be kardeşim, yaşamak güzel şey”. Dünya öylesine küçük ki avucumuzun içi kadar, bir kiraz sanki. Güzin bir bakışta tartıyor ağırlığını bu oyunun yitip giden ölümün ateşin akışında. Doyumsuz yaşam gemlenemez mizah göz kırpıyorlar birlikte. Yaşlı Bay bırakıyor kalemini böbreklerinin yorgunluğunda yavaşlıyor bedeni ölüme direnişinde. Hoşça kal Abidin gelincikler içinde, hoşça kal şimdi ve sonsuza dek, yaşamın senin öksüz kalmayacak hiçbir zaman. Marie-Jo şarap içelim dedi mürekkep karışsın suya yaşam fışkırsın içinden bir de emeklerimiz uçup gitsin ölüm birden. Şimdi ilmik ilmik her şey şarkısını söylüyor mizah tek başına. Kuyruklu bir yıldız altında suç işlemekten korkuyor Abidin Nazım nöbet tutuyor bir kayın ağacının tepesinde bir rüzgar teli dişlerinin arasında ve bir gök kalem gözlerinde. 13 Haziran 1994, Lieusaint, Seine et Marne Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır. Şiir Defteri Patrick Pérez-Sécheret Şiir Sığınağı Senin yurdun Cemal öğütülmüş fındık kokuyor ya da taze sardalye nazar boncuğu renginde senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya ovaları yüklü limon ve portakal bahçelerine Genç bir yurdun var senin Cemal birbirine ilmiklenmiş yolları halkların kiliminde İnsanlığın renklerinde senin yurdun Cemal can verir hasırotuna bahçelerini sular ak evler kurar Senin yurdun Cemal olgun bir incir gibi ballı zeytin gibi lezzetli pamuk gibi ipeksi ve eğer bir horgörü gününde seçmem gerekseydi bir başkasını koşullar gereği senin yurdunu seçerdim Cemal bu şiir sığınağını. Ne yapacağız yarın bu zeytinlikleri başucumuzdaki yüklü portakal bahçelerini? Ne yapacağız bu rüzgarı mermer ve tuğla zindanlardan esen? Ege denizinin meltemini küçük bir sonat gibi sonsuzluğa açılan fısıldar sisli sularda Gümüşlük Denize inilir küçük kilisenin ardından Tavşan adasının karşısındaki limandan dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal bir dağ gibi keser denizi Kos adası sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te tadına doyulmaz meyve niyetine yenir domatesler ardından elma çayı yudum yudum içilir silip süprülsün diye ağzının pasını Gümüşlük’te kol kola girilir denize Tavşan adasının çevresinde yüzülür balık yenir ızgarada hemen oracıkta avlanmış açık türkuaz renginde Ege’nin Her şey yaşanır Gümüşlük’te akasya ağacının altında uyuyan bir köpeğin bacakları arasında bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini tüm doğallığıyla dost bir elin merhabası uzanır barış çağrısıyla Gümüşlük’te gümüş yağar denize Ve kaybolduğunu sanırsın kentin Bir sisin altında Badem kurtçukları fısıldaşır Aşkın doğuşunda Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz başların üstünde gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş insanlar arasında Gümüşlük’te mutluluk rakı tadında dağların doruğunda öğreniyoruz bunu kapanır her yara sıcak bir gülücükte İstanbul Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize. Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı? Efes Kırık dökük kemerler arasında dor tarzı sütunlar darmadağın mermer yığınları gelincikler ortasında yürüyorum Efes sokaklarında Bir uğultu yükseliyor Agora’dan peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan Odéon sakinlerinden Şanzelize’ye iniyorum önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya sonra yüzümü ve ellerimi en son yanaklarımı yıkıyorum Trajan çeşmesinde yürüyorum Efes sokaklarında Sütun başlıklarına bakıyorum Merkür kapısında bekleyen Artemis’in gözüyle yaşadıklarını düşünüyorum kentin başına gelenleri bu düşünce kentinin yitip gidişini yavaş yavaş taş katmanına dönüşümünü kuma gömülüşünü ağır ağır denizin çekilişinden sonra Burada güç, bilgelik ve güzellik sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte kurşun mühürlü genelevin namuslu rahibeleri bilge sokak kızları kendileri seçiyorlar efendilerini Güneşle evli bu kırılgan dünyanın ışıltılı yüzünde dev bir kitaplık nakışlı perdelerin arkasında Efes uyukluyor derin uykusundan çalarak dikenli otlar arasında yürüyorum Efes sokaklarında Deniz biraz uzakta yitik bir cennet boş vapurlar Uyuyor Efes kilden ve gölgeden mermerden ve rüzgardan giysisiyle çamların arasında biraz biraz daha yaklaşınca kan karışıyor yaşama sevincine mermer damarlarında Yaban gülleri sarmış Efes’i gecenin örgüsüyle mor kürküyle ve kayan yıldızlarıyla yürüyorum Efes sokaklarında Binlerce yıl geçtik buradan parmak uçlarında yeniden işleyerek bakırı döverek demiri ve ateşi ve yeşerterek buğdayı Buradan boy attık kısa süren bir düşün ardından kumlara gömüldük sonunda Ve şimdi uzakta denizin üstünde yelken açtı ölümsüzlük kenevir dallarıyla süslü yelken açtı uzaklara asla dönmemek üzere Yürüdüm Efes sokaklarında saygıyla Bodrum Ak evler kutu kutu dayamışlar sırtlarını tepelere tıkış tıkış alt alta üst üste ve Kos adası denizin ötesinde parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında kumsalı içiyor gecede saf altın saydamlığında Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru Zamanın sınırları yok artık namuslu orospular ışığın köleleri nikah kıyıyorlar geceyle solgun ışıklar da sönüyor kutu kutu evlerde yüksek tepelere denizin dalgaları kumsalı dövüyorlar ağır ağır küçük mavi adımlarla Bilir misiniz ki her akşam yatağımın üstünde taze çiçeklerden çelenkler odamı süslüyorlar, bilir misiniz ki Türkiye’de dostlarımız var? Binlerce insan al al bayrak açtılar İstanbul’da ve Ankara’da. Bilir misiniz ki Türkiye’de sokaklara indi insanlar laiklik ve demokrasi adına? Bilir misiniz ki Türkiye’de milyonlarca dostum var ? Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007.

2 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı.teşekkürler. Şahver K.

    YanıtlaSil
  2. İlk baskısı tükeneli çok oldu. İkincisini soruyor şiirseverler. bazı düzeltmelerle ikinci baskısı olası mı? Çevirmeni:Ali Demir.

    YanıtlaSil