16 Ocak 2013 Çarşamba
Patrick Pérez-Sécheret
NEREDE OLURSA
Nazım Hikmet’e Şiir
Bekler Postası
Moskova
Türkçesi : Ali Z. Demir
(Collection Le Sens des mots)
1
Güneşli caddelere girip çıkıyorum,
birinden diğerine,
ve seni düşünüyorum Nazım,
yasaklıyorum umutsuzluğu kendime.
Gereksinmemiz var diğerlerine
koşarken bir sürgünden ötekine
düş kırıklılıklarımızın yüküyle.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sözlerin iyileştiriyor yaramı,
portakal çiçeği gibi
ancak onlar dindiriyor acımı
güneşli sokaklara dalar gibi.
.
Örnek alıyorum yürekliliğini,
o büyük direncini zindanlara karşı
ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları.
Öte yandan, mavi peçeli kızlar
defterlerini gizliyorlar
kara sakallı yobazlardan
okula gidiyorlar
Kabil yıkıntıları arasından.
Mavi burkaların altında umut
Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde
sımsıcak dokunuşların müziğiyle
yürüyor yasaksız geleceğe.
Seni düşünüyorum Nazım.
2
Otuz yıl yürüdüm nerdeyse,
tam otuz yıl Nazım
yaşlı İstanbul’da,
dünyanın başkentinde,
Diojen’in
ve Alparslan’nın kalıtlarından
habersizce.
İncil’i okudum taşında ve toprağında
Kapadokya’nın,
duydum ruhun yontulmuş belleğini
volkan kayaların doruğunda.
Ve Hititli kral Hattuşa’nın
kapısından geçtim
en sonunda.
Ülkeler içinde güzel ülke Nazım,
senin ülken
halkların buluştuğu yer,
denizlerin, dağların,
ve en yüce tapınakları uygarlıkların.
Senin ülken Nazım,
güzel bir kartpostal değil yalnızca,
sanki bir düet, bir koro limanlarda,
bir ak saç örgüsü Pamukkale’de.
Ve kapılarda tekmelenen insanların,
alıp götürülen
yazgısına gözyaşlarının
ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin.
bu namuslu insanlar
hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar
putların düş kırıklıklarının
ve kuru muz bahçelerinin ötesinde.
3
Kabil’de genç kızlar,
canın askerleri
nöbetçileri insan haklarının.
Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar,
dar yollardan geçip
sesimizi taşıyorlar geleceğe.
Kabil’de bu genç kadınlar
özgürleştirmek için yüzlerini
yırtıp atıyorlar kefen bezlerini.
Ceviz ağacının gölgesinde
daha çok yer var kardeşliğe,
uzatınca kanatlarını sonsuzluğa
kim engelleyebilir onu
uçmaktan
asla.
Alıp başını gider Nazım,
yürür şafakların aydınlığında,
çoğalır durmadan kardeşlikte
kızıl paltosunun altında,
Yusuf’un şiirinde,
Lounens’in şarkısında,
yankılanır binlerce kardeşin sesi
Akdeniz’de,
şu türküyü söyleyebilecek çocuklar
evrenin bütün dillerinde:
“Yaşamak güzel şey be kardeşim
yaşamak güzel şey”.
4
Ege denizini gördüm
Milet’i yutan,
gökle su arasında
boyun eğdiren
tapınak yapıcılarına.
Güneşten bir beşik
senin ülken Nazım,
anlatır sonsuzluğu esen yele
kıyılarında Kara Deniz’in,
karlı tepelerinde Torosların.
Bize ne Hazreti İbrahim’den
ve zavallı teknesinden?
Değer dünyanın bütün altınına
ve bütün ölü tanrılarına
küçücük koyu Kekova’nın.
Öldü bütün tanrılar Maidanek’te,
Haippong’ta,
ve de Hiroşima’da.
5
Kabil’de genç kadınlar
demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini
kara sakallı
sahte papazları için Tanrı’nın.
Gizlice okuyorlar şiirlerini,
sanki bir tüfek korku enselerinde,
duvardaki saat durmuş
zaman bir ölüm suresi.
Seni düşünüyorum Nazım,
Moskova’ da,
Varna’da ya da Bursa’da,
Paris’te belki de,
İstanbul’da hatta,
taksilerin uğultusunda,
bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların.
Çiçek açacak bir gün kentin,
çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın
kralların yıkıntılarından,
küllerinden yenik askerlerin.
6
Gördüm Nazım,
senin ülkende gördüm
Çatal Höyük’ü,
ilk kentini dünyanın,
ana-tanrıçalarını ışık saçan
ve kıvancını kusursuz mutluluğun.
Ağladım gömütlüğünde
Nemrut Dağı’nın,
ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım,
güzel olmalı gelecek,
beşiğini bulmalıyız yeniden
usun,
örgüsünü düşüncenin
ve dilini bilgeliğin.
Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar,
Yardıma çağırıyorlar umarsızca
ve bataklığa gömülüyor dünya orada.
Bir mezar kent burası,
Otomatik bir silah gülüşün yankılanması.
Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık,
köpeklere atıldı hukuk,
bir dilenci çocukluk
okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki.
Şiir yazıyor insanlar Kabil’de
tırnaklarıyla duvarlara.
7
Seni düşünüyorum Nazım
soluğumu kesiyor Paris.
çok az yer kaldı şairlere
günümüzde,
alınıp satılıyor her şey,
hatta saçmalıklar bile.
Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi
Seine rıhtımlarına demirli
yüklü gemiler gibi,
ve umurunda değil Seine’in.
Şiir doluymuş,
kanalları tıkıyormuş,
ama kimse, hiç kimse,
alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini,
ne bu aydınlık şarkılarını.
Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım,
sıradan bir müzeyi değil
insanlığın kürsüsünü,
araçların diyalektiğini,
yontuculuğun gücünü,
sevecenliğin destanını
ve özetini barbarlığın.
Bütün halklar,
bütün gözyaşları, bütün savaşlar
bütün saraylar burada Nazım,
senin sevgili ülkende yani.
Nasıl göze alabildiler
yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan,
bu kan ve emek belgeliklerinden,
nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin
nasıl koydular demir parmaklıkların ardına?
Bu tutukevi de neyin nesi Nazım
bu dev tiyatrolar yurdunda?
Korku Nazım,
korku titretiyor gecelerini
kurulu düzelerinin karabasanında.
8
Kabil’de, onurumun gözleri kanlı
ve düşlerimin kolları kelepçeli.
Bununla birlikte Kabil’de,
tarih yazıyor genç kadınlar
ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar,
kanıyor sözcükler
umudun mahzenlerinde.
Ama her kadın ayakta,
özgürlük her dudakta
her kulak kirişte
her göz yaşama sevdasında
titreşirler evrensel bir ışıkta.
Bu İzmir’de olabilir, 1915’te
Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında
ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da
kırdırdılar halkları birbirlerine.
Seni düşünüyorum Nazım,
sönüyorum yavaş yavaş,
kısalıyor tümcelerim.
Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek,
bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık.
Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler?
ufacık bir şeye bile, hiç değilse,
yaramayacak mıyız biz şeye?
Her yanı çevrili bu dünyada
kayıtsızlığın örümcekleri
örmüşler ağlarını.
İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar,
yenler, avrolar,
milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler.
Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz,
yakıcı sözcüklerimiz,
kızgın sözcüklerimiz,
özgür sözcüklerimiz,
ölülerimiz bir de,
boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi
yaralı bir insanlık üstüne
anlamsız sözcüklerimiz.
9
Kabil’de özgürlük yaşıyor hala
bir köpeğin dişleri arasında
ve bakışı yakıyor beni
paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında.
Tarih düşüyorum
mezar kazıcılarına Tanrı’nın
kıyıcılarına perilerin,
düşlerin kasaplarına.
Kabil’e inanıyorum,
gölgelerin halkına gecede
umut dokuyan bu genç kadınlara
kurşun giysilerinin altında.
.
.
10
Otuz yıl uyudum nerdeyse,
Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde
Terme’de
senin dizelerini okuyarak
geceleyin gözleri kamaşan kartallara.
Dolaştım Aspendos yıkıntılarını
dinsel bir koronun ezgilerinde
toprak sarısı bir düşle.
Senin ülken bir evren Nazım,
tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde,
yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri
adsız sınırsız sağrılarında,
yüz dinli bir adam,
küllerin adamı
yansır kutsal çömleklerde,
köylüsü, demircisi, marangozu,
işportacısı yan yana dizilmişler
gözyaşları ve gülüşleriyle,
kan ve alın terleriyle.
11
Seni düşünüyorum Nazım.
Boş duracak değilim ya,
sözcüklerin yorgunuyum yalnızca,
bilisizliğin korkunç ürküntüsü
yaklaşıyor yaklaştıkça.
Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor,
tükendikçe tükeniyor sevda,
sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar,
bomboş eller.
Bununla birlikte, güneş yalnızca,
bir güneş denizi doluyor sokaklara,
kuşlar konuyor
birer birer,
kuşlar konuyor mutlulukla
dünya çeşmelerinin bilek taşlarına.
Yaşamak güzel şey elbette
her şeye rağmen Nazım,
yaşamak güzel şey, her yerde.
Mor olsa da bazen toprağın rengi,
insan elleri
taşı yonttu,
kumu kardı tonlarca,
sulayıp yeşertti çölü.
Bir yandan kin sarmış her yanı,
baştan ayağa silahlanmış insanlar.
Kaybolmuş bedenleri kadınların
kara çarşafların altında,
korkunç karanlığında bilisizliğin.
Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu
taştan katedraller dikti,
düşün tapınakları, sinagoglar,
ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan,
mutluluk anları bunlar,
suyun yanı başında hemen.
Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar
ve açlıktan,
sokaklarda uyuyor çocuklar,
ve insanoğlu,
kayıtsız olup bitene ,
saçlarını tarıyor aynada
kendi bencilliğinde.
12
Ülkeni okudum Nazım,
Bursa hapishaneni gezdim.
Toza toprağa bulandım,
kargaların türkülerinde
senin ülkenin.
Çok özledim seni sevgili ağabey
kırlangıç ve umut şiirlerinin
arasında.
Bir ülkede doğuyor insan
büyür gibi anasının karnında,
oradan yayılıyor kökleri dünyaya
bu kil çanaktan
sesin mavisine.
Sen de yürüdün mü Nazım
mermer sokağında Efes’in?
Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına
görmek için Afrodisias’ın
mor giysili tepelerini
eşsiz mavi göğün altında,
bilebildin mi ne taşıdıklarını
insan yüklü gemilerin
bir kıyıdan ötekine,
bir düşten diğerine
bütün çağlarca.
Engellediler seni Nazım
gökyüzünü içmeni.
Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman
soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların
ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin
yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın
vuruştukça senin şiirinde.
İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin,
ayakkabılarımı çıkarıp usulca
bütün boş kalelerine giriyorum kentin,
akreplerle konuşuyorum kumsalda
donmuş sözcüklerle parmaklar arasında.
Ben de senin gibiyim Nazım
gerçekten ve kavgadan yana
özgürlüğü için insanlığın
bütün varoşlarında dünyanın,
senin ülkenin belleği omuz başımda,
yaşlı ve suskun bir kelebek sanki
uçar onurun kanatlarında.
13
Seni düşünüyorum Nazım.
Hani okullarda öğretilir ya
hoşgörü ve karşılıklı saygı,
matematik vesaire
hepsi birer kafa karışıklığı.
Avucuna aldı dünyamızı hız,
her ıssız ada bir müze artık
uçak kanatlarına asılı,
ve susuyor özlemin yüreği
kendi kendince.
Oysa uyarılmıştık biz
kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne,
aldatıcı bayrakların çekiciliğine,
birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı.
Ama kaybolup gitti insan
albenili giysiler, zırva arzular,
can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında.
.
Yine de, Nazım,
yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana
kazma-kürek vuruşlarımızı
törenle açtığımız yapı alanlarını,
yine de kollarını açıyor bize,
ve güneş terk etmiyor bizi.
Gecenin dudaklarında saklı
belleği atalarımızın.
Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor
kasımpatı saksılarında büyüyor
tapınak kalıntılarında.
Varlığını sürdürmeyi seçti insan
ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde,
ya da yaldızlı bir hapishane
sağ girilip ölü çıkılan,
imlerle bezenmiş bir beden
susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının,
ucuzlamış dilin,
ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya,
umudumu parçaladı güvercinler
kemiğime dek.
Yine de, sessizlik içti bazen
dönüp gelen acılarımızı,
kapıları üstümüze kapadı kahkahalar,
kararsız adımlarımızın ardından,
kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin.
Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk
serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi.
Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi,
canlılar arası ilişkiler gibi.
Yine de, güzel şey yaşamak,
tanımak yansımalarla yüklü doğayı
ve kavuşturmak aletle toprağı.
Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını,
tutku katlediyor imgeyi
sonsuz bir boyun eğmişlikle
dudakların ve cinselliğin emrine.
Seni düşünüyorum Nazım.
14
Seni bekliyorum Nazım,
bir zeytin ağacının altında, Bergama’da,
ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta,
çiçeklerle bezenmiş kapısında
grevdeki bir fabrikanın İzmir’de.
Çay içeceğiz birlikte
Bodrum kalesinde,
ve insan haklarını konuşacağız
Kaleköy’de,
pılı pırtı içinde Üçağız’da,
küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından,
umut uçuracağım geleceğe,
yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta.
Senin ülken bir dünya Nazım,
ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında.
Yazmak bir onurdur öyleyse,
bir sopa kaygının ensesinde,
iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde.
Yine de yoksunluk karartıyor içimizi,
zavallı dünyamızda,
sinsice örülmüş tutsaklığımızda.
Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri,
okşuyor usancı,
çirişotu bahçesine açılıyor pencereler,
bin yıllık bir gerçeklik
boy atıyor bir yerlerde
mutlulukla.
Ekinlerin kıyısında,
günebakanlar, erik ağaçları,
gökdelenler altında genelev gerçeği
ve şerbetli doyumsuzluklar.
İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne
renkli bir çarşaf çekmiş ufka,
egemenlik taslıyor başkalarına,
yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde.
Bütün coğrafya
yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda,
onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler.
Korku ise kendi kafesinde,
almış avuçları arasına yüzünü
ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının
Paris’te Voj meydanında
sevip okşuyor ha bire.
.
15
Seni düşünüyorum Nazım.
Kim ölmek isterdi şimdi
güzellik kapımızı çalmışken,
kim ayrılmak isterdi bu dünyadan,
kim yutmak isterdi tek başına
bu ilacı
olası hasat mevsiminde duyguların?
İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında,
hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım.
Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya
ve biraz daha uzaklaşıyor bizden
düşsel baharlarımız.
Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım,
önümüzde koşuyor yaşam,
O eski Şanzelize sokaklarında
bazukalar duruyor
sancak yerinde şimdi.
Hiçbir şey değişmeyecek aslında,
insandadır bizim aklımız,
ölü ya da diri Beyazıt meydanında,
Tienmen’de, Alje’de
ya da Meksiko’da.
Seni düşünüyorum Nazım,
insanı düşünüyoruz aslında her gün
yaşam pastamız bu,
günlük felsefemiz bizim
insan okyanusundayız hepimiz.
Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda,
balta sapı ve balta
sürdürüyorlar acılarını.
Baltanın sapını tutan
İstediği yere vuruyor ağzını.
İnsanlar ölüyor
hapishanelerinde Türkiye’nin,
Nazım.
Eşler,
kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar,
elleri bellerinde
aşkın ayrık bakışı gözlerinde.
Senin ülken Nazım bir hapishane hala,
insanlar
çizik atıyorlar duvarlara
tüketmek için günlerini,
direnmek için acılara.
16
Artık sonu yok bu yolun Nazım,
Çin’den Sudan’a,
Filistin’den Kabil’e,
cesetlerle dolu yollar,
katledilen çocuklar,
acılarla beli bükük anneler.
Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım,
suratımıza fırlatılıyor her şey
akşam haberlerinde
bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında.
Yaşamak kan pahasına,
oysa biz sıradan yolcularız
sürünürüz toz topraklarda.
Bu dünya bizim
kamçılanmış umudumuz,
hazır çantalarımız,
denize atılmış şiirlerimiz,
giysimiz,
pasaportumuz ve mendilimiz.
Bir taş atımlık uzaklıkta,
işkence altında çocuklar
İsrail hapishanelerinde.
Mansur yediği darbeleri anlattı,
başı tuvaletin ağzında,
bedenine çarpan soğuk su,
iki büklüm atıldığı hücrede,
solgun ışık altında işkence…
Gözlerini kapıyor döneklik,
tıkıyor yüreğini.
Niçin askere alınır
bu çocuklar ?
Nerde onların yurdu, onların geleceği?
İsrail’den,
Filistin’den değil tümü.
Ve bunlar olup biterken,
Nazım,
pembe diziler karartıyor ekranlarımızı,
sıradan bir mal insan alınıp satılan.
Afrika’da, kara kardeşlerimiz
ölüp gidiyorlar milyonlarla,
aids tüketiyor çocuklukları,
suya hasretken insan,
kale duvarlarıyla korunuyor
elmas madenleri,
çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini,
yüzüklerini sevgiliye sunulan
en büyük sessizliğinde çağların.
17
Yine de yaşam, Nazım,
mavi çiçekli bir ağaç
tohum saçan
nadasa bırakılmış tarlalarda.
Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam,
ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde.
Sıradan bir günün sonunda
ya da belirsiz bir gelecekte,
sanki bir gazete taslağı yaşam
yanlış haberlerle bezenmiş.
Betimlenmesi zor bir dünya aslında
yaşanmamış kalıtı
özlemlerin.
Seni düşünüyorum, Nazım,
Voj meydanında Paris’te.
Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta
sözcüklerinin örüntüsünde:
varlığın aramızda
kardeşçe ve güzel bir yaşam için
umutlu bir bekleyiş yarına
varlığın nefes kesiyor hala.
19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris.
Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir.
Son-Söz
Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa.
Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır.
Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına.
Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i.
Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan.
Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha.
Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse.
Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin.
Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır.
Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır.
Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız.
Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır.
Partick Pérez-Sécheret
Bastia, 22 Mart 2002
Patrick Pérez-Sécheret
Abidin’e Gelincikler
Poésie en Poche
AUTRES TEMPS YAYINEVİ
Abidin Dino ile tanışmak…
Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var.
Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor.
Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor.
Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor.
Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan.
Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle:
“Gözlerine baktığımda
güneşli bir toprak kokusu vurur
başıma…”
“ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim.
Patrick Pérez-Sécheret
Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche
“Yaşamak güzel şey kardeşim”
Yaşlı Bay
dans ediyor bir ipin üstünde
kaleminin ucunda.
Yaşlı Bay
Nil nehrini geçiyor,
hasta yatağında
ve gözleri parıldıyor.
Yaşam orada duruyor işte
doğulu ve dingin
dönüp duruyor yapay nilüferler
suyun içinde
bir iğnenin
deliğinden bakıyor dünyaya.
“Yaşamak güzel şey kardeşim…”
Bir köşesinde
bir adanın
yaşlı istiridye kabukları
kardeş Nazım
usta denizci,
gülümsüyor ayakyolunda.
Yavaş gidiş-gelişler,
Saint-Martin kanalında,
abuk sabuk sergiler
Latin mahallesinde,
ve İnsan Manzaraları
Bursa hapishanesinde…
Yaşlı Bay
mürekkep kaleminin bir çizgisiyle
matrak geçiyor yastığında,
kurşun bir iplik
sarkıyor
böğrüne.
Bir solukta
tutuşturmak gerekecek dünyayı,
elektrotlara gülümsemek,
dize getirilmiş Afrika’ya,
bir göktaşına
ve uzak gelecek için.
Abidin
elleriyle çiziyor geleceği,
ipliklere karışmış,
sakalına dolanmış,
dikenli teller
alev alev yanıyor
Çanakkale’den
Rodos tepelerine dek.
Yaşlı Bay
yatağına gömülüyor,
deniz olağanüstü güzel
elde yapılmış reçeller başucunda,
hava bulutlu,
“güzel şey yaşamak”.
Yaşamı
bir kurşun ipliğine bağlı artık
bir çizik yalnızca
abeceye uzanan,
bu küçücük bir hiçbir şey
ayın yansıması
çıplak alnında
kibirli
dingin.
Bu küçük çizik kaleminin ucunda
güneşe dönüşüyor birden,
dünyayı dolaşıyor
Arian’ın ipliği
Thésée’ninki gibi ya da
Geveze kuş
gemilerin demir attığı yerde
yol alıyor yeni bir dünyaya doğru.
“Yaşam güzel be kardeşim,
yaşamak güzel şey”.
Dünya öylesine küçük ki
avucumuzun içi kadar,
bir kiraz sanki.
Güzin
bir bakışta
tartıyor
ağırlığını bu oyunun
yitip giden ölümün
ateşin akışında.
Doyumsuz yaşam
gemlenemez mizah
göz kırpıyorlar birlikte.
Yaşlı Bay
bırakıyor kalemini
böbreklerinin
yorgunluğunda
yavaşlıyor bedeni
ölüme direnişinde.
Hoşça kal Abidin
gelincikler içinde,
hoşça kal şimdi ve sonsuza dek,
yaşamın senin
öksüz kalmayacak
hiçbir zaman.
Marie-Jo
şarap içelim dedi
mürekkep karışsın
suya
yaşam fışkırsın içinden
bir de emeklerimiz
uçup gitsin ölüm
birden.
Şimdi ilmik ilmik her şey
şarkısını söylüyor mizah
tek başına.
Kuyruklu bir yıldız altında
suç işlemekten korkuyor Abidin
Nazım nöbet tutuyor
bir kayın ağacının tepesinde
bir rüzgar teli
dişlerinin arasında
ve bir gök kalem
gözlerinde.
13 Haziran 1994, Lieusaint,
Seine et Marne
Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır.
Şiir Defteri
Patrick Pérez-Sécheret
Şiir Sığınağı
Senin yurdun Cemal
öğütülmüş fındık kokuyor
ya da taze sardalye
nazar boncuğu renginde
senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya
ovaları
yüklü limon ve portakal bahçelerine
Genç bir yurdun var senin Cemal
birbirine ilmiklenmiş yolları
halkların kiliminde
İnsanlığın renklerinde
senin yurdun Cemal
can verir hasırotuna
bahçelerini sular
ak evler kurar
Senin yurdun Cemal
olgun bir incir gibi ballı
zeytin gibi lezzetli
pamuk gibi ipeksi
ve eğer bir horgörü gününde
seçmem gerekseydi bir başkasını
koşullar gereği
senin yurdunu seçerdim Cemal
bu şiir sığınağını.
Ne yapacağız yarın
bu zeytinlikleri
başucumuzdaki
yüklü portakal bahçelerini?
Ne yapacağız bu rüzgarı
mermer ve tuğla zindanlardan esen?
Ege denizinin meltemini
küçük bir sonat gibi
sonsuzluğa açılan
fısıldar sisli sularda
Gümüşlük
Denize inilir küçük kilisenin ardından
Tavşan adasının karşısındaki limandan
dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal
bir dağ gibi keser denizi Kos adası
sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası
Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te
tadına doyulmaz
meyve niyetine yenir domatesler
ardından elma çayı
yudum yudum içilir
silip süprülsün diye ağzının pasını
Gümüşlük’te kol kola girilir denize
Tavşan adasının çevresinde yüzülür
balık yenir ızgarada
hemen oracıkta avlanmış
açık türkuaz renginde Ege’nin
Her şey yaşanır Gümüşlük’te
akasya ağacının altında uyuyan
bir köpeğin bacakları arasında
bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini
tüm doğallığıyla
dost bir elin merhabası uzanır
barış çağrısıyla
Gümüşlük’te gümüş yağar denize
Ve kaybolduğunu sanırsın kentin
Bir sisin altında
Badem kurtçukları fısıldaşır
Aşkın doğuşunda
Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz
başların üstünde
gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça
ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş
insanlar arasında
Gümüşlük’te mutluluk
rakı tadında
dağların doruğunda öğreniyoruz bunu
kapanır her yara
sıcak bir gülücükte
İstanbul
Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize.
Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı?
Efes
Kırık dökük kemerler arasında
dor tarzı sütunlar
darmadağın mermer yığınları
gelincikler ortasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Bir uğultu yükseliyor Agora’dan
peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan
Odéon sakinlerinden
Şanzelize’ye iniyorum
önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya
sonra yüzümü ve ellerimi
en son yanaklarımı yıkıyorum
Trajan çeşmesinde
yürüyorum Efes sokaklarında
Sütun başlıklarına bakıyorum
Merkür kapısında bekleyen
Artemis’in gözüyle
yaşadıklarını düşünüyorum kentin
başına gelenleri
bu düşünce kentinin
yitip gidişini yavaş yavaş
taş katmanına dönüşümünü
kuma gömülüşünü ağır ağır
denizin çekilişinden sonra
Burada güç, bilgelik ve güzellik
sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte
kurşun mühürlü genelevin
namuslu rahibeleri
bilge sokak kızları
kendileri seçiyorlar efendilerini
Güneşle evli bu kırılgan dünyanın
ışıltılı yüzünde
dev bir kitaplık
nakışlı perdelerin arkasında
Efes uyukluyor
derin uykusundan çalarak
dikenli otlar arasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Deniz biraz uzakta
yitik bir cennet boş vapurlar
Uyuyor Efes
kilden ve gölgeden
mermerden ve rüzgardan giysisiyle
çamların arasında
biraz biraz daha yaklaşınca
kan karışıyor yaşama sevincine
mermer damarlarında
Yaban gülleri sarmış Efes’i
gecenin örgüsüyle
mor kürküyle
ve kayan yıldızlarıyla
yürüyorum Efes sokaklarında
Binlerce yıl geçtik buradan
parmak uçlarında
yeniden işleyerek bakırı
döverek demiri ve ateşi
ve yeşerterek buğdayı
Buradan boy attık
kısa süren bir düşün ardından
kumlara gömüldük sonunda
Ve şimdi uzakta denizin üstünde
yelken açtı ölümsüzlük
kenevir dallarıyla süslü
yelken açtı uzaklara
asla dönmemek üzere
Yürüdüm Efes sokaklarında
saygıyla
Bodrum
Ak evler kutu kutu
dayamışlar sırtlarını tepelere
tıkış tıkış alt alta üst üste
ve Kos adası denizin ötesinde
parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında
kumsalı içiyor gecede
saf altın saydamlığında
Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u
sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru
Zamanın sınırları yok artık
namuslu orospular
ışığın köleleri
nikah kıyıyorlar geceyle
solgun ışıklar da sönüyor
kutu kutu evlerde
yüksek tepelere
denizin dalgaları
kumsalı dövüyorlar
ağır ağır küçük mavi adımlarla
Bilir misiniz ki her akşam
yatağımın üstünde
taze çiçeklerden çelenkler
odamı süslüyorlar,
bilir misiniz ki Türkiye’de
dostlarımız var?
Binlerce insan
al al bayrak açtılar
İstanbul’da ve Ankara’da.
Bilir misiniz ki Türkiye’de
sokaklara indi insanlar
laiklik ve demokrasi adına?
Bilir misiniz ki Türkiye’de
milyonlarca dostum var ?
Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007.
Patrick Pérez-Sécheret
NEREDE OLURSA
Nazım Hikmet’e Şiir
Bekler Postası
Moskova
Türkçesi : Ali Z. Demir
(Collection Le Sens des mots)
1
Güneşli caddelere girip çıkıyorum,
birinden diğerine,
ve seni düşünüyorum Nazım,
yasaklıyorum umutsuzluğu kendime.
Gereksinmemiz var diğerlerine
koşarken bir sürgünden ötekine
düş kırıklılıklarımızın yüküyle.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sözlerin iyileştiriyor yaramı,
portakal çiçeği gibi
ancak onlar dindiriyor acımı
güneşli sokaklara dalar gibi.
.
Örnek alıyorum yürekliliğini,
o büyük direncini zindanlara karşı
ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları.
Öte yandan, mavi peçeli kızlar
defterlerini gizliyorlar
kara sakallı yobazlardan
okula gidiyorlar
Kabil yıkıntıları arasından.
Mavi burkaların altında umut
Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde
sımsıcak dokunuşların müziğiyle
yürüyor yasaksız geleceğe.
Seni düşünüyorum Nazım.
2
Otuz yıl yürüdüm nerdeyse,
tam otuz yıl Nazım
yaşlı İstanbul’da,
dünyanın başkentinde,
Diojen’in
ve Alparslan’nın kalıtlarından
habersizce.
İncil’i okudum taşında ve toprağında
Kapadokya’nın,
duydum ruhun yontulmuş belleğini
volkan kayaların doruğunda.
Ve Hititli kral Hattuşa’nın
kapısından geçtim
en sonunda.
Ülkeler içinde güzel ülke Nazım,
senin ülken
halkların buluştuğu yer,
denizlerin, dağların,
ve en yüce tapınakları uygarlıkların.
Senin ülken Nazım,
güzel bir kartpostal değil yalnızca,
sanki bir düet, bir koro limanlarda,
bir ak saç örgüsü Pamukkale’de.
Ve kapılarda tekmelenen insanların,
alıp götürülen
yazgısına gözyaşlarının
ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin.
bu namuslu insanlar
hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar
putların düş kırıklıklarının
ve kuru muz bahçelerinin ötesinde.
3
Kabil’de genç kızlar,
canın askerleri
nöbetçileri insan haklarının.
Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar,
dar yollardan geçip
sesimizi taşıyorlar geleceğe.
Kabil’de bu genç kadınlar
özgürleştirmek için yüzlerini
yırtıp atıyorlar kefen bezlerini.
Ceviz ağacının gölgesinde
daha çok yer var kardeşliğe,
uzatınca kanatlarını sonsuzluğa
kim engelleyebilir onu
uçmaktan
asla.
Alıp başını gider Nazım,
yürür şafakların aydınlığında,
çoğalır durmadan kardeşlikte
kızıl paltosunun altında,
Yusuf’un şiirinde,
Lounens’in şarkısında,
yankılanır binlerce kardeşin sesi
Akdeniz’de,
şu türküyü söyleyebilecek çocuklar
evrenin bütün dillerinde:
“Yaşamak güzel şey be kardeşim
yaşamak güzel şey”.
4
Ege denizini gördüm
Milet’i yutan,
gökle su arasında
boyun eğdiren
tapınak yapıcılarına.
Güneşten bir beşik
senin ülken Nazım,
anlatır sonsuzluğu esen yele
kıyılarında Kara Deniz’in,
karlı tepelerinde Torosların.
Bize ne Hazreti İbrahim’den
ve zavallı teknesinden?
Değer dünyanın bütün altınına
ve bütün ölü tanrılarına
küçücük koyu Kekova’nın.
Öldü bütün tanrılar Maidanek’te,
Haippong’ta,
ve de Hiroşima’da.
5
Kabil’de genç kadınlar
demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini
kara sakallı
sahte papazları için Tanrı’nın.
Gizlice okuyorlar şiirlerini,
sanki bir tüfek korku enselerinde,
duvardaki saat durmuş
zaman bir ölüm suresi.
Seni düşünüyorum Nazım,
Moskova’ da,
Varna’da ya da Bursa’da,
Paris’te belki de,
İstanbul’da hatta,
taksilerin uğultusunda,
bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların.
Çiçek açacak bir gün kentin,
çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın
kralların yıkıntılarından,
küllerinden yenik askerlerin.
6
Gördüm Nazım,
senin ülkende gördüm
Çatal Höyük’ü,
ilk kentini dünyanın,
ana-tanrıçalarını ışık saçan
ve kıvancını kusursuz mutluluğun.
Ağladım gömütlüğünde
Nemrut Dağı’nın,
ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım,
güzel olmalı gelecek,
beşiğini bulmalıyız yeniden
usun,
örgüsünü düşüncenin
ve dilini bilgeliğin.
Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar,
Yardıma çağırıyorlar umarsızca
ve bataklığa gömülüyor dünya orada.
Bir mezar kent burası,
Otomatik bir silah gülüşün yankılanması.
Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık,
köpeklere atıldı hukuk,
bir dilenci çocukluk
okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki.
Şiir yazıyor insanlar Kabil’de
tırnaklarıyla duvarlara.
7
Seni düşünüyorum Nazım
soluğumu kesiyor Paris.
çok az yer kaldı şairlere
günümüzde,
alınıp satılıyor her şey,
hatta saçmalıklar bile.
Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi
Seine rıhtımlarına demirli
yüklü gemiler gibi,
ve umurunda değil Seine’in.
Şiir doluymuş,
kanalları tıkıyormuş,
ama kimse, hiç kimse,
alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini,
ne bu aydınlık şarkılarını.
Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım,
sıradan bir müzeyi değil
insanlığın kürsüsünü,
araçların diyalektiğini,
yontuculuğun gücünü,
sevecenliğin destanını
ve özetini barbarlığın.
Bütün halklar,
bütün gözyaşları, bütün savaşlar
bütün saraylar burada Nazım,
senin sevgili ülkende yani.
Nasıl göze alabildiler
yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan,
bu kan ve emek belgeliklerinden,
nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin
nasıl koydular demir parmaklıkların ardına?
Bu tutukevi de neyin nesi Nazım
bu dev tiyatrolar yurdunda?
Korku Nazım,
korku titretiyor gecelerini
kurulu düzelerinin karabasanında.
8
Kabil’de, onurumun gözleri kanlı
ve düşlerimin kolları kelepçeli.
Bununla birlikte Kabil’de,
tarih yazıyor genç kadınlar
ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar,
kanıyor sözcükler
umudun mahzenlerinde.
Ama her kadın ayakta,
özgürlük her dudakta
her kulak kirişte
her göz yaşama sevdasında
titreşirler evrensel bir ışıkta.
Bu İzmir’de olabilir, 1915’te
Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında
ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da
kırdırdılar halkları birbirlerine.
Seni düşünüyorum Nazım,
sönüyorum yavaş yavaş,
kısalıyor tümcelerim.
Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek,
bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık.
Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler?
ufacık bir şeye bile, hiç değilse,
yaramayacak mıyız biz şeye?
Her yanı çevrili bu dünyada
kayıtsızlığın örümcekleri
örmüşler ağlarını.
İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar,
yenler, avrolar,
milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler.
Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz,
yakıcı sözcüklerimiz,
kızgın sözcüklerimiz,
özgür sözcüklerimiz,
ölülerimiz bir de,
boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi
yaralı bir insanlık üstüne
anlamsız sözcüklerimiz.
9
Kabil’de özgürlük yaşıyor hala
bir köpeğin dişleri arasında
ve bakışı yakıyor beni
paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında.
Tarih düşüyorum
mezar kazıcılarına Tanrı’nın
kıyıcılarına perilerin,
düşlerin kasaplarına.
Kabil’e inanıyorum,
gölgelerin halkına gecede
umut dokuyan bu genç kadınlara
kurşun giysilerinin altında.
.
.
10
Otuz yıl uyudum nerdeyse,
Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde
Terme’de
senin dizelerini okuyarak
geceleyin gözleri kamaşan kartallara.
Dolaştım Aspendos yıkıntılarını
dinsel bir koronun ezgilerinde
toprak sarısı bir düşle.
Senin ülken bir evren Nazım,
tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde,
yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri
adsız sınırsız sağrılarında,
yüz dinli bir adam,
küllerin adamı
yansır kutsal çömleklerde,
köylüsü, demircisi, marangozu,
işportacısı yan yana dizilmişler
gözyaşları ve gülüşleriyle,
kan ve alın terleriyle.
11
Seni düşünüyorum Nazım.
Boş duracak değilim ya,
sözcüklerin yorgunuyum yalnızca,
bilisizliğin korkunç ürküntüsü
yaklaşıyor yaklaştıkça.
Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor,
tükendikçe tükeniyor sevda,
sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar,
bomboş eller.
Bununla birlikte, güneş yalnızca,
bir güneş denizi doluyor sokaklara,
kuşlar konuyor
birer birer,
kuşlar konuyor mutlulukla
dünya çeşmelerinin bilek taşlarına.
Yaşamak güzel şey elbette
her şeye rağmen Nazım,
yaşamak güzel şey, her yerde.
Mor olsa da bazen toprağın rengi,
insan elleri
taşı yonttu,
kumu kardı tonlarca,
sulayıp yeşertti çölü.
Bir yandan kin sarmış her yanı,
baştan ayağa silahlanmış insanlar.
Kaybolmuş bedenleri kadınların
kara çarşafların altında,
korkunç karanlığında bilisizliğin.
Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu
taştan katedraller dikti,
düşün tapınakları, sinagoglar,
ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan,
mutluluk anları bunlar,
suyun yanı başında hemen.
Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar
ve açlıktan,
sokaklarda uyuyor çocuklar,
ve insanoğlu,
kayıtsız olup bitene ,
saçlarını tarıyor aynada
kendi bencilliğinde.
12
Ülkeni okudum Nazım,
Bursa hapishaneni gezdim.
Toza toprağa bulandım,
kargaların türkülerinde
senin ülkenin.
Çok özledim seni sevgili ağabey
kırlangıç ve umut şiirlerinin
arasında.
Bir ülkede doğuyor insan
büyür gibi anasının karnında,
oradan yayılıyor kökleri dünyaya
bu kil çanaktan
sesin mavisine.
Sen de yürüdün mü Nazım
mermer sokağında Efes’in?
Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına
görmek için Afrodisias’ın
mor giysili tepelerini
eşsiz mavi göğün altında,
bilebildin mi ne taşıdıklarını
insan yüklü gemilerin
bir kıyıdan ötekine,
bir düşten diğerine
bütün çağlarca.
Engellediler seni Nazım
gökyüzünü içmeni.
Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman
soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların
ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin
yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın
vuruştukça senin şiirinde.
İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin,
ayakkabılarımı çıkarıp usulca
bütün boş kalelerine giriyorum kentin,
akreplerle konuşuyorum kumsalda
donmuş sözcüklerle parmaklar arasında.
Ben de senin gibiyim Nazım
gerçekten ve kavgadan yana
özgürlüğü için insanlığın
bütün varoşlarında dünyanın,
senin ülkenin belleği omuz başımda,
yaşlı ve suskun bir kelebek sanki
uçar onurun kanatlarında.
13
Seni düşünüyorum Nazım.
Hani okullarda öğretilir ya
hoşgörü ve karşılıklı saygı,
matematik vesaire
hepsi birer kafa karışıklığı.
Avucuna aldı dünyamızı hız,
her ıssız ada bir müze artık
uçak kanatlarına asılı,
ve susuyor özlemin yüreği
kendi kendince.
Oysa uyarılmıştık biz
kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne,
aldatıcı bayrakların çekiciliğine,
birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı.
Ama kaybolup gitti insan
albenili giysiler, zırva arzular,
can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında.
.
Yine de, Nazım,
yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana
kazma-kürek vuruşlarımızı
törenle açtığımız yapı alanlarını,
yine de kollarını açıyor bize,
ve güneş terk etmiyor bizi.
Gecenin dudaklarında saklı
belleği atalarımızın.
Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor
kasımpatı saksılarında büyüyor
tapınak kalıntılarında.
Varlığını sürdürmeyi seçti insan
ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde,
ya da yaldızlı bir hapishane
sağ girilip ölü çıkılan,
imlerle bezenmiş bir beden
susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının,
ucuzlamış dilin,
ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya,
umudumu parçaladı güvercinler
kemiğime dek.
Yine de, sessizlik içti bazen
dönüp gelen acılarımızı,
kapıları üstümüze kapadı kahkahalar,
kararsız adımlarımızın ardından,
kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin.
Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk
serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi.
Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi,
canlılar arası ilişkiler gibi.
Yine de, güzel şey yaşamak,
tanımak yansımalarla yüklü doğayı
ve kavuşturmak aletle toprağı.
Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını,
tutku katlediyor imgeyi
sonsuz bir boyun eğmişlikle
dudakların ve cinselliğin emrine.
Seni düşünüyorum Nazım.
14
Seni bekliyorum Nazım,
bir zeytin ağacının altında, Bergama’da,
ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta,
çiçeklerle bezenmiş kapısında
grevdeki bir fabrikanın İzmir’de.
Çay içeceğiz birlikte
Bodrum kalesinde,
ve insan haklarını konuşacağız
Kaleköy’de,
pılı pırtı içinde Üçağız’da,
küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından,
umut uçuracağım geleceğe,
yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta.
Senin ülken bir dünya Nazım,
ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında.
Yazmak bir onurdur öyleyse,
bir sopa kaygının ensesinde,
iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde.
Yine de yoksunluk karartıyor içimizi,
zavallı dünyamızda,
sinsice örülmüş tutsaklığımızda.
Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri,
okşuyor usancı,
çirişotu bahçesine açılıyor pencereler,
bin yıllık bir gerçeklik
boy atıyor bir yerlerde
mutlulukla.
Ekinlerin kıyısında,
günebakanlar, erik ağaçları,
gökdelenler altında genelev gerçeği
ve şerbetli doyumsuzluklar.
İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne
renkli bir çarşaf çekmiş ufka,
egemenlik taslıyor başkalarına,
yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde.
Bütün coğrafya
yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda,
onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler.
Korku ise kendi kafesinde,
almış avuçları arasına yüzünü
ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının
Paris’te Voj meydanında
sevip okşuyor ha bire.
.
15
Seni düşünüyorum Nazım.
Kim ölmek isterdi şimdi
güzellik kapımızı çalmışken,
kim ayrılmak isterdi bu dünyadan,
kim yutmak isterdi tek başına
bu ilacı
olası hasat mevsiminde duyguların?
İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında,
hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım.
Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya
ve biraz daha uzaklaşıyor bizden
düşsel baharlarımız.
Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım,
önümüzde koşuyor yaşam,
O eski Şanzelize sokaklarında
bazukalar duruyor
sancak yerinde şimdi.
Hiçbir şey değişmeyecek aslında,
insandadır bizim aklımız,
ölü ya da diri Beyazıt meydanında,
Tienmen’de, Alje’de
ya da Meksiko’da.
Seni düşünüyorum Nazım,
insanı düşünüyoruz aslında her gün
yaşam pastamız bu,
günlük felsefemiz bizim
insan okyanusundayız hepimiz.
Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda,
balta sapı ve balta
sürdürüyorlar acılarını.
Baltanın sapını tutan
İstediği yere vuruyor ağzını.
İnsanlar ölüyor
hapishanelerinde Türkiye’nin,
Nazım.
Eşler,
kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar,
elleri bellerinde
aşkın ayrık bakışı gözlerinde.
Senin ülken Nazım bir hapishane hala,
insanlar
çizik atıyorlar duvarlara
tüketmek için günlerini,
direnmek için acılara.
16
Artık sonu yok bu yolun Nazım,
Çin’den Sudan’a,
Filistin’den Kabil’e,
cesetlerle dolu yollar,
katledilen çocuklar,
acılarla beli bükük anneler.
Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım,
suratımıza fırlatılıyor her şey
akşam haberlerinde
bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında.
Yaşamak kan pahasına,
oysa biz sıradan yolcularız
sürünürüz toz topraklarda.
Bu dünya bizim
kamçılanmış umudumuz,
hazır çantalarımız,
denize atılmış şiirlerimiz,
giysimiz,
pasaportumuz ve mendilimiz.
Bir taş atımlık uzaklıkta,
işkence altında çocuklar
İsrail hapishanelerinde.
Mansur yediği darbeleri anlattı,
başı tuvaletin ağzında,
bedenine çarpan soğuk su,
iki büklüm atıldığı hücrede,
solgun ışık altında işkence…
Gözlerini kapıyor döneklik,
tıkıyor yüreğini.
Niçin askere alınır
bu çocuklar ?
Nerde onların yurdu, onların geleceği?
İsrail’den,
Filistin’den değil tümü.
Ve bunlar olup biterken,
Nazım,
pembe diziler karartıyor ekranlarımızı,
sıradan bir mal insan alınıp satılan.
Afrika’da, kara kardeşlerimiz
ölüp gidiyorlar milyonlarla,
aids tüketiyor çocuklukları,
suya hasretken insan,
kale duvarlarıyla korunuyor
elmas madenleri,
çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini,
yüzüklerini sevgiliye sunulan
en büyük sessizliğinde çağların.
17
Yine de yaşam, Nazım,
mavi çiçekli bir ağaç
tohum saçan
nadasa bırakılmış tarlalarda.
Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam,
ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde.
Sıradan bir günün sonunda
ya da belirsiz bir gelecekte,
sanki bir gazete taslağı yaşam
yanlış haberlerle bezenmiş.
Betimlenmesi zor bir dünya aslında
yaşanmamış kalıtı
özlemlerin.
Seni düşünüyorum, Nazım,
Voj meydanında Paris’te.
Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta
sözcüklerinin örüntüsünde:
varlığın aramızda
kardeşçe ve güzel bir yaşam için
umutlu bir bekleyiş yarına
varlığın nefes kesiyor hala.
19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris.
Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir.
Son-Söz
Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa.
Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır.
Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına.
Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i.
Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan.
Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha.
Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse.
Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin.
Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır.
Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır.
Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız.
Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır.
Partick Pérez-Sécheret
Bastia, 22 Mart 2002
Patrick Pérez-Sécheret
Abidin’e Gelincikler
Poésie en Poche
AUTRES TEMPS YAYINEVİ
Abidin Dino ile tanışmak…
Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var.
Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor.
Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor.
Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor.
Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan.
Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle:
“Gözlerine baktığımda
güneşli bir toprak kokusu vurur
başıma…”
“ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim.
Patrick Pérez-Sécheret
Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche
“Yaşamak güzel şey kardeşim”
Yaşlı Bay
dans ediyor bir ipin üstünde
kaleminin ucunda.
Yaşlı Bay
Nil nehrini geçiyor,
hasta yatağında
ve gözleri parıldıyor.
Yaşam orada duruyor işte
doğulu ve dingin
dönüp duruyor yapay nilüferler
suyun içinde
bir iğnenin
deliğinden bakıyor dünyaya.
“Yaşamak güzel şey kardeşim…”
Bir köşesinde
bir adanın
yaşlı istiridye kabukları
kardeş Nazım
usta denizci,
gülümsüyor ayakyolunda.
Yavaş gidiş-gelişler,
Saint-Martin kanalında,
abuk sabuk sergiler
Latin mahallesinde,
ve İnsan Manzaraları
Bursa hapishanesinde…
Yaşlı Bay
mürekkep kaleminin bir çizgisiyle
matrak geçiyor yastığında,
kurşun bir iplik
sarkıyor
böğrüne.
Bir solukta
tutuşturmak gerekecek dünyayı,
elektrotlara gülümsemek,
dize getirilmiş Afrika’ya,
bir göktaşına
ve uzak gelecek için.
Abidin
elleriyle çiziyor geleceği,
ipliklere karışmış,
sakalına dolanmış,
dikenli teller
alev alev yanıyor
Çanakkale’den
Rodos tepelerine dek.
Yaşlı Bay
yatağına gömülüyor,
deniz olağanüstü güzel
elde yapılmış reçeller başucunda,
hava bulutlu,
“güzel şey yaşamak”.
Yaşamı
bir kurşun ipliğine bağlı artık
bir çizik yalnızca
abeceye uzanan,
bu küçücük bir hiçbir şey
ayın yansıması
çıplak alnında
kibirli
dingin.
Bu küçük çizik kaleminin ucunda
güneşe dönüşüyor birden,
dünyayı dolaşıyor
Arian’ın ipliği
Thésée’ninki gibi ya da
Geveze kuş
gemilerin demir attığı yerde
yol alıyor yeni bir dünyaya doğru.
“Yaşam güzel be kardeşim,
yaşamak güzel şey”.
Dünya öylesine küçük ki
avucumuzun içi kadar,
bir kiraz sanki.
Güzin
bir bakışta
tartıyor
ağırlığını bu oyunun
yitip giden ölümün
ateşin akışında.
Doyumsuz yaşam
gemlenemez mizah
göz kırpıyorlar birlikte.
Yaşlı Bay
bırakıyor kalemini
böbreklerinin
yorgunluğunda
yavaşlıyor bedeni
ölüme direnişinde.
Hoşça kal Abidin
gelincikler içinde,
hoşça kal şimdi ve sonsuza dek,
yaşamın senin
öksüz kalmayacak
hiçbir zaman.
Marie-Jo
şarap içelim dedi
mürekkep karışsın
suya
yaşam fışkırsın içinden
bir de emeklerimiz
uçup gitsin ölüm
birden.
Şimdi ilmik ilmik her şey
şarkısını söylüyor mizah
tek başına.
Kuyruklu bir yıldız altında
suç işlemekten korkuyor Abidin
Nazım nöbet tutuyor
bir kayın ağacının tepesinde
bir rüzgar teli
dişlerinin arasında
ve bir gök kalem
gözlerinde.
13 Haziran 1994, Lieusaint,
Seine et Marne
Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır.
Şiir Defteri
Patrick Pérez-Sécheret
Şiir Sığınağı
Senin yurdun Cemal
öğütülmüş fındık kokuyor
ya da taze sardalye
nazar boncuğu renginde
senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya
ovaları
yüklü limon ve portakal bahçelerine
Genç bir yurdun var senin Cemal
birbirine ilmiklenmiş yolları
halkların kiliminde
İnsanlığın renklerinde
senin yurdun Cemal
can verir hasırotuna
bahçelerini sular
ak evler kurar
Senin yurdun Cemal
olgun bir incir gibi ballı
zeytin gibi lezzetli
pamuk gibi ipeksi
ve eğer bir horgörü gününde
seçmem gerekseydi bir başkasını
koşullar gereği
senin yurdunu seçerdim Cemal
bu şiir sığınağını.
Ne yapacağız yarın
bu zeytinlikleri
başucumuzdaki
yüklü portakal bahçelerini?
Ne yapacağız bu rüzgarı
mermer ve tuğla zindanlardan esen?
Ege denizinin meltemini
küçük bir sonat gibi
sonsuzluğa açılan
fısıldar sisli sularda
Gümüşlük
Denize inilir küçük kilisenin ardından
Tavşan adasının karşısındaki limandan
dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal
bir dağ gibi keser denizi Kos adası
sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası
Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te
tadına doyulmaz
meyve niyetine yenir domatesler
ardından elma çayı
yudum yudum içilir
silip süprülsün diye ağzının pasını
Gümüşlük’te kol kola girilir denize
Tavşan adasının çevresinde yüzülür
balık yenir ızgarada
hemen oracıkta avlanmış
açık türkuaz renginde Ege’nin
Her şey yaşanır Gümüşlük’te
akasya ağacının altında uyuyan
bir köpeğin bacakları arasında
bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini
tüm doğallığıyla
dost bir elin merhabası uzanır
barış çağrısıyla
Gümüşlük’te gümüş yağar denize
Ve kaybolduğunu sanırsın kentin
Bir sisin altında
Badem kurtçukları fısıldaşır
Aşkın doğuşunda
Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz
başların üstünde
gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça
ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş
insanlar arasında
Gümüşlük’te mutluluk
rakı tadında
dağların doruğunda öğreniyoruz bunu
kapanır her yara
sıcak bir gülücükte
İstanbul
Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize.
Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı?
Efes
Kırık dökük kemerler arasında
dor tarzı sütunlar
darmadağın mermer yığınları
gelincikler ortasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Bir uğultu yükseliyor Agora’dan
peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan
Odéon sakinlerinden
Şanzelize’ye iniyorum
önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya
sonra yüzümü ve ellerimi
en son yanaklarımı yıkıyorum
Trajan çeşmesinde
yürüyorum Efes sokaklarında
Sütun başlıklarına bakıyorum
Merkür kapısında bekleyen
Artemis’in gözüyle
yaşadıklarını düşünüyorum kentin
başına gelenleri
bu düşünce kentinin
yitip gidişini yavaş yavaş
taş katmanına dönüşümünü
kuma gömülüşünü ağır ağır
denizin çekilişinden sonra
Burada güç, bilgelik ve güzellik
sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte
kurşun mühürlü genelevin
namuslu rahibeleri
bilge sokak kızları
kendileri seçiyorlar efendilerini
Güneşle evli bu kırılgan dünyanın
ışıltılı yüzünde
dev bir kitaplık
nakışlı perdelerin arkasında
Efes uyukluyor
derin uykusundan çalarak
dikenli otlar arasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Deniz biraz uzakta
yitik bir cennet boş vapurlar
Uyuyor Efes
kilden ve gölgeden
mermerden ve rüzgardan giysisiyle
çamların arasında
biraz biraz daha yaklaşınca
kan karışıyor yaşama sevincine
mermer damarlarında
Yaban gülleri sarmış Efes’i
gecenin örgüsüyle
mor kürküyle
ve kayan yıldızlarıyla
yürüyorum Efes sokaklarında
Binlerce yıl geçtik buradan
parmak uçlarında
yeniden işleyerek bakırı
döverek demiri ve ateşi
ve yeşerterek buğdayı
Buradan boy attık
kısa süren bir düşün ardından
kumlara gömüldük sonunda
Ve şimdi uzakta denizin üstünde
yelken açtı ölümsüzlük
kenevir dallarıyla süslü
yelken açtı uzaklara
asla dönmemek üzere
Yürüdüm Efes sokaklarında
saygıyla
Bodrum
Ak evler kutu kutu
dayamışlar sırtlarını tepelere
tıkış tıkış alt alta üst üste
ve Kos adası denizin ötesinde
parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında
kumsalı içiyor gecede
saf altın saydamlığında
Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u
sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru
Zamanın sınırları yok artık
namuslu orospular
ışığın köleleri
nikah kıyıyorlar geceyle
solgun ışıklar da sönüyor
kutu kutu evlerde
yüksek tepelere
denizin dalgaları
kumsalı dövüyorlar
ağır ağır küçük mavi adımlarla
Bilir misiniz ki her akşam
yatağımın üstünde
taze çiçeklerden çelenkler
odamı süslüyorlar,
bilir misiniz ki Türkiye’de
dostlarımız var?
Binlerce insan
al al bayrak açtılar
İstanbul’da ve Ankara’da.
Bilir misiniz ki Türkiye’de
sokaklara indi insanlar
laiklik ve demokrasi adına?
Bilir misiniz ki Türkiye’de
milyonlarca dostum var ?
Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007.
Patrick Pérez-Sécheret
NEREDE OLURSA
Nazım Hikmet’e Şiir
Bekler Postası
Moskova
Türkçesi : Ali Z. Demir
(Collection Le Sens des mots)
1
Güneşli caddelere girip çıkıyorum,
birinden diğerine,
ve seni düşünüyorum Nazım,
yasaklıyorum umutsuzluğu kendime.
Gereksinmemiz var diğerlerine
koşarken bir sürgünden ötekine
düş kırıklılıklarımızın yüküyle.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sözlerin iyileştiriyor yaramı,
portakal çiçeği gibi
ancak onlar dindiriyor acımı
güneşli sokaklara dalar gibi.
.
Örnek alıyorum yürekliliğini,
o büyük direncini zindanlara karşı
ruhlarımızı kapattıklarını sandıkları.
Öte yandan, mavi peçeli kızlar
defterlerini gizliyorlar
kara sakallı yobazlardan
okula gidiyorlar
Kabil yıkıntıları arasından.
Mavi burkaların altında umut
Baş kaldırıyor küçük pembe göğüslerde
sımsıcak dokunuşların müziğiyle
yürüyor yasaksız geleceğe.
Seni düşünüyorum Nazım.
2
Otuz yıl yürüdüm nerdeyse,
tam otuz yıl Nazım
yaşlı İstanbul’da,
dünyanın başkentinde,
Diojen’in
ve Alparslan’nın kalıtlarından
habersizce.
İncil’i okudum taşında ve toprağında
Kapadokya’nın,
duydum ruhun yontulmuş belleğini
volkan kayaların doruğunda.
Ve Hititli kral Hattuşa’nın
kapısından geçtim
en sonunda.
Ülkeler içinde güzel ülke Nazım,
senin ülken
halkların buluştuğu yer,
denizlerin, dağların,
ve en yüce tapınakları uygarlıkların.
Senin ülken Nazım,
güzel bir kartpostal değil yalnızca,
sanki bir düet, bir koro limanlarda,
bir ak saç örgüsü Pamukkale’de.
Ve kapılarda tekmelenen insanların,
alıp götürülen
yazgısına gözyaşlarının
ve çıkmazına saçma sapan düşüncelerin.
bu namuslu insanlar
hep kardeşlerimiz olarak kalacaklar
putların düş kırıklıklarının
ve kuru muz bahçelerinin ötesinde.
3
Kabil’de genç kızlar,
canın askerleri
nöbetçileri insan haklarının.
Başları eğik, tenleri örtük bu kızlar,
dar yollardan geçip
sesimizi taşıyorlar geleceğe.
Kabil’de bu genç kadınlar
özgürleştirmek için yüzlerini
yırtıp atıyorlar kefen bezlerini.
Ceviz ağacının gölgesinde
daha çok yer var kardeşliğe,
uzatınca kanatlarını sonsuzluğa
kim engelleyebilir onu
uçmaktan
asla.
Alıp başını gider Nazım,
yürür şafakların aydınlığında,
çoğalır durmadan kardeşlikte
kızıl paltosunun altında,
Yusuf’un şiirinde,
Lounens’in şarkısında,
yankılanır binlerce kardeşin sesi
Akdeniz’de,
şu türküyü söyleyebilecek çocuklar
evrenin bütün dillerinde:
“Yaşamak güzel şey be kardeşim
yaşamak güzel şey”.
4
Ege denizini gördüm
Milet’i yutan,
gökle su arasında
boyun eğdiren
tapınak yapıcılarına.
Güneşten bir beşik
senin ülken Nazım,
anlatır sonsuzluğu esen yele
kıyılarında Kara Deniz’in,
karlı tepelerinde Torosların.
Bize ne Hazreti İbrahim’den
ve zavallı teknesinden?
Değer dünyanın bütün altınına
ve bütün ölü tanrılarına
küçücük koyu Kekova’nın.
Öldü bütün tanrılar Maidanek’te,
Haippong’ta,
ve de Hiroşima’da.
5
Kabil’de genç kadınlar
demir kafeslerde saklıyorlar bedenlerini
kara sakallı
sahte papazları için Tanrı’nın.
Gizlice okuyorlar şiirlerini,
sanki bir tüfek korku enselerinde,
duvardaki saat durmuş
zaman bir ölüm suresi.
Seni düşünüyorum Nazım,
Moskova’ da,
Varna’da ya da Bursa’da,
Paris’te belki de,
İstanbul’da hatta,
taksilerin uğultusunda,
bağırıp çağırmalarında taşıyıcıların.
Çiçek açacak bir gün kentin,
çiçek açacak bütün kentlerimiz yarın
kralların yıkıntılarından,
küllerinden yenik askerlerin.
6
Gördüm Nazım,
senin ülkende gördüm
Çatal Höyük’ü,
ilk kentini dünyanın,
ana-tanrıçalarını ışık saçan
ve kıvancını kusursuz mutluluğun.
Ağladım gömütlüğünde
Nemrut Dağı’nın,
ve şimdi şunu mırıldanıyorum, Nazım,
güzel olmalı gelecek,
beşiğini bulmalıyız yeniden
usun,
örgüsünü düşüncenin
ve dilini bilgeliğin.
Kabil’de, sessiz çığlıklar atıyor insanlar,
Yardıma çağırıyorlar umarsızca
ve bataklığa gömülüyor dünya orada.
Bir mezar kent burası,
Otomatik bir silah gülüşün yankılanması.
Kabil’de, çukura gömüldü uygarlık,
köpeklere atıldı hukuk,
bir dilenci çocukluk
okulsa sıradan bir ölüm cezası sanki.
Şiir yazıyor insanlar Kabil’de
tırnaklarıyla duvarlara.
7
Seni düşünüyorum Nazım
soluğumu kesiyor Paris.
çok az yer kaldı şairlere
günümüzde,
alınıp satılıyor her şey,
hatta saçmalıklar bile.
Geceleyin yazıyoruz dizelerimizi
Seine rıhtımlarına demirli
yüklü gemiler gibi,
ve umurunda değil Seine’in.
Şiir doluymuş,
kanalları tıkıyormuş,
ama kimse, hiç kimse,
alıp okuyormuş ne bu sevda türkülerini,
ne bu aydınlık şarkılarını.
Gerçeği yansıtıyor senin ülken Nazım,
sıradan bir müzeyi değil
insanlığın kürsüsünü,
araçların diyalektiğini,
yontuculuğun gücünü,
sevecenliğin destanını
ve özetini barbarlığın.
Bütün halklar,
bütün gözyaşları, bütün savaşlar
bütün saraylar burada Nazım,
senin sevgili ülkende yani.
Nasıl göze alabildiler
yoksun bırakmaya seni bu dev kitaplıktan,
bu kan ve emek belgeliklerinden,
nasıl tutukladılar destansı coşkunu senin
nasıl koydular demir parmaklıkların ardına?
Bu tutukevi de neyin nesi Nazım
bu dev tiyatrolar yurdunda?
Korku Nazım,
korku titretiyor gecelerini
kurulu düzelerinin karabasanında.
8
Kabil’de, onurumun gözleri kanlı
ve düşlerimin kolları kelepçeli.
Bununla birlikte Kabil’de,
tarih yazıyor genç kadınlar
ve bitki adları taşıyor adsız çocuklar,
kanıyor sözcükler
umudun mahzenlerinde.
Ama her kadın ayakta,
özgürlük her dudakta
her kulak kirişte
her göz yaşama sevdasında
titreşirler evrensel bir ışıkta.
Bu İzmir’de olabilir, 1915’te
Türk köylüleri Ermeniler’e kurşun sıktıklarında
ya da benzer katliamlar Lübnan’da Sabra ve Şatila’da
kırdırdılar halkları birbirlerine.
Seni düşünüyorum Nazım,
sönüyorum yavaş yavaş,
kısalıyor tümcelerim.
Bu denli çok umuda, bu denli yoksun gelecek,
bu denli çok seviye, bu denli az sıcaklık.
Hiçbir işe yaramayacak mıyız biz şairler?
ufacık bir şeye bile, hiç değilse,
yaramayacak mıyız biz şeye?
Her yanı çevrili bu dünyada
kayıtsızlığın örümcekleri
örmüşler ağlarını.
İşte bu ağlarda dolaşır milyarlarca dolarlar,
yenler, avrolar,
milyonlarca kaynağı belirsiz iletiler.
Gizilgüçlü bir dünya ve sözcüklerimiz,
yakıcı sözcüklerimiz,
kızgın sözcüklerimiz,
özgür sözcüklerimiz,
ölülerimiz bir de,
boşlukta sallanan bitmiş sevdalar gibi
yaralı bir insanlık üstüne
anlamsız sözcüklerimiz.
9
Kabil’de özgürlük yaşıyor hala
bir köpeğin dişleri arasında
ve bakışı yakıyor beni
paçavralara sarılı yalnızlıklar arasında.
Tarih düşüyorum
mezar kazıcılarına Tanrı’nın
kıyıcılarına perilerin,
düşlerin kasaplarına.
Kabil’e inanıyorum,
gölgelerin halkına gecede
umut dokuyan bu genç kadınlara
kurşun giysilerinin altında.
.
.
10
Otuz yıl uyudum nerdeyse,
Otuz yıl uyudum bir sekinin üstünde
Terme’de
senin dizelerini okuyarak
geceleyin gözleri kamaşan kartallara.
Dolaştım Aspendos yıkıntılarını
dinsel bir koronun ezgilerinde
toprak sarısı bir düşle.
Senin ülken bir evren Nazım,
tarihlerin tarihinin kesiştiği yerde,
yaşı belirsiz bir adamın ayak izleri
adsız sınırsız sağrılarında,
yüz dinli bir adam,
küllerin adamı
yansır kutsal çömleklerde,
köylüsü, demircisi, marangozu,
işportacısı yan yana dizilmişler
gözyaşları ve gülüşleriyle,
kan ve alın terleriyle.
11
Seni düşünüyorum Nazım.
Boş duracak değilim ya,
sözcüklerin yorgunuyum yalnızca,
bilisizliğin korkunç ürküntüsü
yaklaşıyor yaklaştıkça.
Bağırıyorum ama sesim çıkmıyor,
tükendikçe tükeniyor sevda,
sonra kurumuş leylaklar, şom ağızlar,
bomboş eller.
Bununla birlikte, güneş yalnızca,
bir güneş denizi doluyor sokaklara,
kuşlar konuyor
birer birer,
kuşlar konuyor mutlulukla
dünya çeşmelerinin bilek taşlarına.
Yaşamak güzel şey elbette
her şeye rağmen Nazım,
yaşamak güzel şey, her yerde.
Mor olsa da bazen toprağın rengi,
insan elleri
taşı yonttu,
kumu kardı tonlarca,
sulayıp yeşertti çölü.
Bir yandan kin sarmış her yanı,
baştan ayağa silahlanmış insanlar.
Kaybolmuş bedenleri kadınların
kara çarşafların altında,
korkunç karanlığında bilisizliğin.
Diğer yandan, ayda yürüdü insanoğlu
taştan katedraller dikti,
düşün tapınakları, sinagoglar,
ve köprüler kıyıları birbirine bağlayan,
mutluluk anları bunlar,
suyun yanı başında hemen.
Öte yandan cüzzamdan ölüyor insanlar
ve açlıktan,
sokaklarda uyuyor çocuklar,
ve insanoğlu,
kayıtsız olup bitene ,
saçlarını tarıyor aynada
kendi bencilliğinde.
12
Ülkeni okudum Nazım,
Bursa hapishaneni gezdim.
Toza toprağa bulandım,
kargaların türkülerinde
senin ülkenin.
Çok özledim seni sevgili ağabey
kırlangıç ve umut şiirlerinin
arasında.
Bir ülkede doğuyor insan
büyür gibi anasının karnında,
oradan yayılıyor kökleri dünyaya
bu kil çanaktan
sesin mavisine.
Sen de yürüdün mü Nazım
mermer sokağında Efes’in?
Sen de oturdun mu yüksek basamaklarına
görmek için Afrodisias’ın
mor giysili tepelerini
eşsiz mavi göğün altında,
bilebildin mi ne taşıdıklarını
insan yüklü gemilerin
bir kıyıdan ötekine,
bir düşten diğerine
bütün çağlarca.
Engellediler seni Nazım
gökyüzünü içmeni.
Ben yazıyorum ve akıp gidiyor zaman
soluyuşunu duyuyorum ensemde kızgın boğaların
ve dalgalarını Antalya’nın, Side’nin
yoksunluğunu ve varsıllığını dünyanın
vuruştukça senin şiirinde.
İstanbul’un kapalı çarşısında yazıyorum geceleyin,
ayakkabılarımı çıkarıp usulca
bütün boş kalelerine giriyorum kentin,
akreplerle konuşuyorum kumsalda
donmuş sözcüklerle parmaklar arasında.
Ben de senin gibiyim Nazım
gerçekten ve kavgadan yana
özgürlüğü için insanlığın
bütün varoşlarında dünyanın,
senin ülkenin belleği omuz başımda,
yaşlı ve suskun bir kelebek sanki
uçar onurun kanatlarında.
13
Seni düşünüyorum Nazım.
Hani okullarda öğretilir ya
hoşgörü ve karşılıklı saygı,
matematik vesaire
hepsi birer kafa karışıklığı.
Avucuna aldı dünyamızı hız,
her ıssız ada bir müze artık
uçak kanatlarına asılı,
ve susuyor özlemin yüreği
kendi kendince.
Oysa uyarılmıştık biz
kalkınmanın sağırlaştıran gürültüsüne,
aldatıcı bayrakların çekiciliğine,
birtakım saçmalıklara ve moda nesnelere karşı.
Ama kaybolup gitti insan
albenili giysiler, zırva arzular,
can boğuntusu ve yalnızlık sarmalında.
.
Yine de, Nazım,
yine de, reddetmiyor doğurgan toprak ana
kazma-kürek vuruşlarımızı
törenle açtığımız yapı alanlarını,
yine de kollarını açıyor bize,
ve güneş terk etmiyor bizi.
Gecenin dudaklarında saklı
belleği atalarımızın.
Bununla birlikte, erdemlerimiz yenilgilerimizde özetleniyor
kasımpatı saksılarında büyüyor
tapınak kalıntılarında.
Varlığını sürdürmeyi seçti insan
ve bir yaz boz tahtası sanki yaşamak rafların üstünde,
ya da yaldızlı bir hapishane
sağ girilip ölü çıkılan,
imlerle bezenmiş bir beden
susamışlığının kurbanı ve kokuşmuş arzularının,
ucuzlamış dilin,
ve mevsimlerin yaşanmışlığında kırışmış tenin.
Seni düşünüyorum Nazım.
Sevmek istedim, yenik düştüm arzuya,
umudumu parçaladı güvercinler
kemiğime dek.
Yine de, sessizlik içti bazen
dönüp gelen acılarımızı,
kapıları üstümüze kapadı kahkahalar,
kararsız adımlarımızın ardından,
kaldırarak örtüsünü saydam günlerimizin.
Bahçe çitine benzerdi mutsuzluk
serilmiş güneşe sarmaşıklar gibi.
Asıl kitaplarımız döllüyor günlerimizi,
canlılar arası ilişkiler gibi.
Yine de, güzel şey yaşamak,
tanımak yansımalarla yüklü doğayı
ve kavuşturmak aletle toprağı.
Yalnız tembellik besliyor kalp ağrılarını,
tutku katlediyor imgeyi
sonsuz bir boyun eğmişlikle
dudakların ve cinselliğin emrine.
Seni düşünüyorum Nazım.
14
Seni bekliyorum Nazım,
bir zeytin ağacının altında, Bergama’da,
ölgün bilezik taşlarının üstünde, Assos’ta,
çiçeklerle bezenmiş kapısında
grevdeki bir fabrikanın İzmir’de.
Çay içeceğiz birlikte
Bodrum kalesinde,
ve insan haklarını konuşacağız
Kaleköy’de,
pılı pırtı içinde Üçağız’da,
küçücük balıkçı çocuklarının alınlarından,
umut uçuracağım geleceğe,
yeni bir abece öğreneceğim Karkamış’ta.
Senin ülken bir dünya Nazım,
ve Paris seni selamlıyor onun taşrasında.
Yazmak bir onurdur öyleyse,
bir sopa kaygının ensesinde,
iyimser bir bekleyiş günlerin getirdiğinde.
Yine de yoksunluk karartıyor içimizi,
zavallı dünyamızda,
sinsice örülmüş tutsaklığımızda.
Bununla birlikte dostluk büyütüyor gülleri,
okşuyor usancı,
çirişotu bahçesine açılıyor pencereler,
bin yıllık bir gerçeklik
boy atıyor bir yerlerde
mutlulukla.
Ekinlerin kıyısında,
günebakanlar, erik ağaçları,
gökdelenler altında genelev gerçeği
ve şerbetli doyumsuzluklar.
İnsanoğlu, Nazım, insanoğlu çıkmış bir traktörün üstüne
renkli bir çarşaf çekmiş ufka,
egemenlik taslıyor başkalarına,
yaz yağmurlarının kurtarıcı bekleyişinde.
Bütün coğrafya
yazboz tahtası sanki egemenlerin buyruğunda,
onlar için başaklar, çiçekler ve meyveler.
Korku ise kendi kafesinde,
almış avuçları arasına yüzünü
ıhlamur gölgesine oturmuş esmer bir kadının
Paris’te Voj meydanında
sevip okşuyor ha bire.
.
15
Seni düşünüyorum Nazım.
Kim ölmek isterdi şimdi
güzellik kapımızı çalmışken,
kim ayrılmak isterdi bu dünyadan,
kim yutmak isterdi tek başına
bu ilacı
olası hasat mevsiminde duyguların?
İçinde yaşadığımız çıkar dünyasında,
hiçbir şey değişmedi aslında, Nazım.
Belki biraz daha yavaş dönüyor dünya
ve biraz daha uzaklaşıyor bizden
düşsel baharlarımız.
Umutsuzluk çok geride kaldı Nazım,
önümüzde koşuyor yaşam,
O eski Şanzelize sokaklarında
bazukalar duruyor
sancak yerinde şimdi.
Hiçbir şey değişmeyecek aslında,
insandadır bizim aklımız,
ölü ya da diri Beyazıt meydanında,
Tienmen’de, Alje’de
ya da Meksiko’da.
Seni düşünüyorum Nazım,
insanı düşünüyoruz aslında her gün
yaşam pastamız bu,
günlük felsefemiz bizim
insan okyanusundayız hepimiz.
Yine de bir şey değişmedi aslında dünyamızda,
balta sapı ve balta
sürdürüyorlar acılarını.
Baltanın sapını tutan
İstediği yere vuruyor ağzını.
İnsanlar ölüyor
hapishanelerinde Türkiye’nin,
Nazım.
Eşler,
kız kardeşler açlık grevi yapıyorlar,
elleri bellerinde
aşkın ayrık bakışı gözlerinde.
Senin ülken Nazım bir hapishane hala,
insanlar
çizik atıyorlar duvarlara
tüketmek için günlerini,
direnmek için acılara.
16
Artık sonu yok bu yolun Nazım,
Çin’den Sudan’a,
Filistin’den Kabil’e,
cesetlerle dolu yollar,
katledilen çocuklar,
acılarla beli bükük anneler.
Ve bu dünya bizim dünyamız Nazım,
suratımıza fırlatılıyor her şey
akşam haberlerinde
bir kadeh rakı ve cılız bir öfke arasında.
Yaşamak kan pahasına,
oysa biz sıradan yolcularız
sürünürüz toz topraklarda.
Bu dünya bizim
kamçılanmış umudumuz,
hazır çantalarımız,
denize atılmış şiirlerimiz,
giysimiz,
pasaportumuz ve mendilimiz.
Bir taş atımlık uzaklıkta,
işkence altında çocuklar
İsrail hapishanelerinde.
Mansur yediği darbeleri anlattı,
başı tuvaletin ağzında,
bedenine çarpan soğuk su,
iki büklüm atıldığı hücrede,
solgun ışık altında işkence…
Gözlerini kapıyor döneklik,
tıkıyor yüreğini.
Niçin askere alınır
bu çocuklar ?
Nerde onların yurdu, onların geleceği?
İsrail’den,
Filistin’den değil tümü.
Ve bunlar olup biterken,
Nazım,
pembe diziler karartıyor ekranlarımızı,
sıradan bir mal insan alınıp satılan.
Afrika’da, kara kardeşlerimiz
ölüp gidiyorlar milyonlarla,
aids tüketiyor çocuklukları,
suya hasretken insan,
kale duvarlarıyla korunuyor
elmas madenleri,
çünkü onlar süslüyor dünyanın bütün kolyelerini,
yüzüklerini sevgiliye sunulan
en büyük sessizliğinde çağların.
17
Yine de yaşam, Nazım,
mavi çiçekli bir ağaç
tohum saçan
nadasa bırakılmış tarlalarda.
Yabanıl bir ağ örgüsü yaşam,
ağır devinimi bedenin hareli bir balçık içinde.
Sıradan bir günün sonunda
ya da belirsiz bir gelecekte,
sanki bir gazete taslağı yaşam
yanlış haberlerle bezenmiş.
Betimlenmesi zor bir dünya aslında
yaşanmamış kalıtı
özlemlerin.
Seni düşünüyorum, Nazım,
Voj meydanında Paris’te.
Bu yetiyor bana kalabilmem için ayakta
sözcüklerinin örüntüsünde:
varlığın aramızda
kardeşçe ve güzel bir yaşam için
umutlu bir bekleyiş yarına
varlığın nefes kesiyor hala.
19 Mayıs 2001, Place des Vosges, Paris.
Nazım Hikmet’in (1902-1963) yüzüncü doğum yılı için şiir.
Son-Söz
Türkiye’ye yaptığım ilk yolculuktan beri, Bu şiiri yazma düşüncesi, dönüp durdu kafamın içinde yıllarca. Nazım’ın şiiri ve Türk halkının tarihiyle, işte ilk kez, o yolculukta, Marie-Jo’nun verdiği bir kitap sayesinde tanıştım. Ardından da, dostluk ve kardeşlik ağlarını örmeye başladım bu ülkeyle. Bu arada, Nazım’ın dostu Dino’nun resimlerini keşfettim nasılsa.
Daha sonra, değişik yerlerde, Nazım’ın şiirlerini okudukça, şunları düşündüm hep: Bu yirminci yüzyılın büyük ozanının yapıtındaki ana tema, daha geniş kitleler önünde sahnelenmeli, onun umut dolu sözcükleri başkalarının da kulaklarına ulaşmalı, bu tertemiz duygular onlarla da paylaşılmalıdır.
Onun şiirlerini sahneye uyarlamak için çalışırken, Nazım’ın yaşadığını, hemen yanı başımda olduğunu duyumsadım. Onunla konuşuyordum durmadan ve bu uzun şiir “Nerede Olursa” böyle doğdu işte. Bu şiir, ozanın yaşadığı Moskova’dan, Varna’dan, Roma’dan ya da Paris’ten, haberler taşıyor bize. Saygı sunuyor bir insanın, bir savaşçının yaşamına ve evrensel boyuttaki yapıtlarına.
Eğer bir gün İstanbul’a yolunuz düşer ve genç bir taksi sürücüsüne Nazım’ı tanıyıp tanımadığını sorarsanız, çıra gibi çıtırdayan bir sesle şu yanıtı alırsınız büyük olasılıkla: “ Nazım mı?O bizim toprağımızın en güzel ozanı”. Ve eğer Kadıköy’de, Özgürlük Parkında, Abidin Dino’yu, daha doğrusu onun heykelini görmeye giderseniz, Nazım’ın dostu bu ressam-ozanın parmakları arasına tutuşturacağınız bir demet çiçek almayı unutmayınız. Bu çiçekleri kimin için aldığınızı öğrenen çiçekçi de, çok mutlu olacaktır mutlaka. Çünkü, o da tanıyordur Nazım ve Abidin’i.
Küçük bir ayrıntı, ancak heykelin bir dizinin diğerinden daha çok aşındığını görürseniz şaşırmayın: Parka gelen çocuklar, Abidin’in bu dizine oturmaya bayılırlar da ondan.
Nazım, sürgüne gitmeden ve 1963’te sürgünde ölmeden önce, 1928-1950 yılları arasında, birçok kez tutuklanıp hapis yattı Türkiye’de. Ama Türkiye’yi getirdi bize. Nazım şimdi aramızda ve birlikte kat edeceğimiz çok yol var daha.
Bu ortak şiirin yazımıyla yayınlatılması arasında geçen zamanda, çok olay yaşandı dünyada. Ancak, gelişmiş sayılan ülkelerin, terörist eylemlerdeki korkunç yüzlerini, yadsınamaz sorumluluklarını, çok sayıda yasadışı örgütü yıllarca desteklediklerini, parasal kaynak sağladıklarını gizleyemez kimse.
Dünyanın bugünkü durumu ve ulaştığı kalkınmışlık düzeyi, varsıl ülkelerin parasal kaynaklarının sonucunda ortaya çıkmadı elbet. Bütün insanlığın payı var bunda: Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Orta Doğu’nun ve üstü örtülmüş soykırımlarla korkunç sefilliklerin. Dolayısıyla, şiirime katacağım yeni bir şey yok aslında, yoksul ülkelerin yardımına koşmaktan, çektikleri korkunç acıları, kaynağında yok etmeleri için, küçük bir katkı sunmaktan başka. Din sorunu beni ilgilendirmiyor değil, ancak bu, dünyanın neresinde olursa olsun; bireylerin, devletlerin ve hükümetlerin sorumluluklarını gizlemeye yetmiyor. Ayrıca, bir bütün olarak insanlığın ilerlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir politika geliştirmedikçe, bir anlamı yok demokrasinin.
Her yerde barışın sağlanabilmesi için, kaynakların, tüm insanların yararına kullanılması gerekmektedir. Savaşlar, hiçbir zaman haklılıkları kanıtlanamayan canavarlıklardır.
Bugünün insancıllığı, gezegenimiz düzeyinde, her zamankinden daha çok çevre bilincini, insan haklarını, kadınların, çocukların, bütün dünya yurttaşlarının haklarını geliştirmeyi, bu kazanımları halkların günlük yaşamına yansıtmayı zorunlu kılmaktadır.
Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, çok dinli ya da dinsiz, kim olursak olalım, farklılıklarımızdan dolayı, kimsenin kimseyi dışlamasına, birinin diğerini kin ve nefretin çukuruna itmesine seyirci kalmamalıyız.
Bu ortak mavi gezegenimizde, insanı kendi bireyselliği içinde düşünmek zorundayız. Bu ozan, bütün alçakgönüllülüğüyle, omuzlarındaki yükü taşımak ve daha fazlasını yapmak, bunu yaparken de, kamu yararını öne çıkarmak istemektedir. Bunu da, yaşanan tüm kayıtsızlıklar karşısında, bilincin kaçınılmaz bir görevi saymaktadır.
Partick Pérez-Sécheret
Bastia, 22 Mart 2002
Patrick Pérez-Sécheret
Abidin’e Gelincikler
Poésie en Poche
AUTRES TEMPS YAYINEVİ
Abidin Dino ile tanışmak…
Bir iki kez, rastlantıyla kesişti yolum Abidin Dino’yla. Bununla birlikte, yıllardır, adını duyardım hep bu ressamın. İlkin, hiçbir zaman gözümü ayırmadığım Nazım’ın şiirinde karşılaştım onun adıyla. Bu şiirlerde, bir bütün olarak insanlığın, şimdiye dek duyulmamış bir çağdaşlığın romantik iyimserliği ve ressamla ozanın paylaştıkları bir yirminci yüzyıl destanı var.
Abidin (ressam, çizer, yazar), önce İstanbul’dan Leningrad’a, oradan da Paris’e geliyor. Nazım, ağırlıkla Bursa olmak üzere, ömrünün on beş yılını, ülkesinin hapishanelerinde geçiriyor. Bu yüce gönüllü yurtsever; Desnos, Max Jacob, Saint-Pol Roux, Lorca, Alberti, Machado…gibi felsefi, düşünsel ya da dinsel nedenlerle yaşamlarını sürgünde geçiren veya yitiren ozanların yolundan giderek, uzun soluklu toplumsal özgürleşme savaşımına adını yazdırıyor.
Louis Aragon’un Europe ve Lettres Françaises dergilerinde Nazım’ı tanıtmasından sonra, Tristan Tzara, 1949 yılından başlayarak, onun özgürlüğü için oluşturulan Fransız Komitesinin başkanlığını yürütüyor.
Nazım, açlık grevinin ardından, 14 Temmuz 1950 tarihinde özgürlüğüne kavuşuyor ve 1963 yılında, sürgünde ölüyor.
Nazım gibi, Abidin de, yaratı özgürlüğü ve artan yalnızlığıyla, dünyanın sürüp giden gülünç saçmalıklarıyla dalga geçiyor. 1993 yılında, Villejuif’te, aramızdan ayrılıncaya dek sözcüklerden, kokulardan ve renklerden örgü ördü hep. Haberi Marie-Jo Barron verdi: Abidin Dino öldü. Abidin’in son yaptığı desenlerini gösterdi. Çizgi ustası son röportajını masasının bir köşesine bırakmıştı: Soluk soluğa yaşamaya duyulan büyük istek ve ölüm karşısında kahkaha vardı bu desenlerde. Sırası geldiğinde, sonsuzluğa göçen bu Sayın “dostun”, insanı şaşkına çeviren yaşam coşkusu karşısında yazdığım birkaç dizenin, ölümünün ardından, iki Türk kardeşin, yıldızlarda bir yerde buluşmalarına kaynaklık edecek bir “saygı” kitabına dönüşeceklerini nerden bilebilirdim? Biri büyük bir ressam, diğeri uçsuz bucaksız bir ozan.
Her ikisi de, kendilerine özgü, evrensel büyük bir gücün temsilcileri, başladığı gibi biten bir çağın, yükselen milliyetçiliklerin tanıkları ve sanatçıları. Ben, Nazım Hikmet’in şiiriyle, 1968’de tanıştım, aşk ve hapis şiiriyle:
“Gözlerine baktığımda
güneşli bir toprak kokusu vurur
başıma…”
“ Bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” için, yalnızca umut ve aşk anlatısından başka bir savı olmayan bu kitapçığın yayımına katkılarından dolayı, Güzin Dino’ya teşekkür ederim.
Patrick Pérez-Sécheret
Toussaint 1996, Antraigues, Ardeche
“Yaşamak güzel şey kardeşim”
Yaşlı Bay
dans ediyor bir ipin üstünde
kaleminin ucunda.
Yaşlı Bay
Nil nehrini geçiyor,
hasta yatağında
ve gözleri parıldıyor.
Yaşam orada duruyor işte
doğulu ve dingin
dönüp duruyor yapay nilüferler
suyun içinde
bir iğnenin
deliğinden bakıyor dünyaya.
“Yaşamak güzel şey kardeşim…”
Bir köşesinde
bir adanın
yaşlı istiridye kabukları
kardeş Nazım
usta denizci,
gülümsüyor ayakyolunda.
Yavaş gidiş-gelişler,
Saint-Martin kanalında,
abuk sabuk sergiler
Latin mahallesinde,
ve İnsan Manzaraları
Bursa hapishanesinde…
Yaşlı Bay
mürekkep kaleminin bir çizgisiyle
matrak geçiyor yastığında,
kurşun bir iplik
sarkıyor
böğrüne.
Bir solukta
tutuşturmak gerekecek dünyayı,
elektrotlara gülümsemek,
dize getirilmiş Afrika’ya,
bir göktaşına
ve uzak gelecek için.
Abidin
elleriyle çiziyor geleceği,
ipliklere karışmış,
sakalına dolanmış,
dikenli teller
alev alev yanıyor
Çanakkale’den
Rodos tepelerine dek.
Yaşlı Bay
yatağına gömülüyor,
deniz olağanüstü güzel
elde yapılmış reçeller başucunda,
hava bulutlu,
“güzel şey yaşamak”.
Yaşamı
bir kurşun ipliğine bağlı artık
bir çizik yalnızca
abeceye uzanan,
bu küçücük bir hiçbir şey
ayın yansıması
çıplak alnında
kibirli
dingin.
Bu küçük çizik kaleminin ucunda
güneşe dönüşüyor birden,
dünyayı dolaşıyor
Arian’ın ipliği
Thésée’ninki gibi ya da
Geveze kuş
gemilerin demir attığı yerde
yol alıyor yeni bir dünyaya doğru.
“Yaşam güzel be kardeşim,
yaşamak güzel şey”.
Dünya öylesine küçük ki
avucumuzun içi kadar,
bir kiraz sanki.
Güzin
bir bakışta
tartıyor
ağırlığını bu oyunun
yitip giden ölümün
ateşin akışında.
Doyumsuz yaşam
gemlenemez mizah
göz kırpıyorlar birlikte.
Yaşlı Bay
bırakıyor kalemini
böbreklerinin
yorgunluğunda
yavaşlıyor bedeni
ölüme direnişinde.
Hoşça kal Abidin
gelincikler içinde,
hoşça kal şimdi ve sonsuza dek,
yaşamın senin
öksüz kalmayacak
hiçbir zaman.
Marie-Jo
şarap içelim dedi
mürekkep karışsın
suya
yaşam fışkırsın içinden
bir de emeklerimiz
uçup gitsin ölüm
birden.
Şimdi ilmik ilmik her şey
şarkısını söylüyor mizah
tek başına.
Kuyruklu bir yıldız altında
suç işlemekten korkuyor Abidin
Nazım nöbet tutuyor
bir kayın ağacının tepesinde
bir rüzgar teli
dişlerinin arasında
ve bir gök kalem
gözlerinde.
13 Haziran 1994, Lieusaint,
Seine et Marne
Not: Bu şiiri süsleyen sekiz desen, Türk ressamı Abidin Dino’nun, ölümünden birkaç gün önce, hastanedeki yatağında yaptıklarıdır.
Şiir Defteri
Patrick Pérez-Sécheret
Şiir Sığınağı
Senin yurdun Cemal
öğütülmüş fındık kokuyor
ya da taze sardalye
nazar boncuğu renginde
senin yurdun dönüştürüyor ekmeği pastaya
ovaları
yüklü limon ve portakal bahçelerine
Genç bir yurdun var senin Cemal
birbirine ilmiklenmiş yolları
halkların kiliminde
İnsanlığın renklerinde
senin yurdun Cemal
can verir hasırotuna
bahçelerini sular
ak evler kurar
Senin yurdun Cemal
olgun bir incir gibi ballı
zeytin gibi lezzetli
pamuk gibi ipeksi
ve eğer bir horgörü gününde
seçmem gerekseydi bir başkasını
koşullar gereği
senin yurdunu seçerdim Cemal
bu şiir sığınağını.
Ne yapacağız yarın
bu zeytinlikleri
başucumuzdaki
yüklü portakal bahçelerini?
Ne yapacağız bu rüzgarı
mermer ve tuğla zindanlardan esen?
Ege denizinin meltemini
küçük bir sonat gibi
sonsuzluğa açılan
fısıldar sisli sularda
Gümüşlük
Denize inilir küçük kilisenin ardından
Tavşan adasının karşısındaki limandan
dükkanların önünde bir avuç motorlu sandal
bir dağ gibi keser denizi Kos adası
sarıp sarmalar onu denizin bir dalgası
Zeytinli börek ısmarlanır Gümüşlük’te
tadına doyulmaz
meyve niyetine yenir domatesler
ardından elma çayı
yudum yudum içilir
silip süprülsün diye ağzının pasını
Gümüşlük’te kol kola girilir denize
Tavşan adasının çevresinde yüzülür
balık yenir ızgarada
hemen oracıkta avlanmış
açık türkuaz renginde Ege’nin
Her şey yaşanır Gümüşlük’te
akasya ağacının altında uyuyan
bir köpeğin bacakları arasında
bir yeryüzü cennetinde sanır insan kendini
tüm doğallığıyla
dost bir elin merhabası uzanır
barış çağrısıyla
Gümüşlük’te gümüş yağar denize
Ve kaybolduğunu sanırsın kentin
Bir sisin altında
Badem kurtçukları fısıldaşır
Aşkın doğuşunda
Gümüşlük’te silahların sınırları belirsiz
başların üstünde
gözyaşlarını siliyor insanlar yavaşça
ve tüm düşmanlıkları kurutuyor güneş
insanlar arasında
Gümüşlük’te mutluluk
rakı tadında
dağların doruğunda öğreniyoruz bunu
kapanır her yara
sıcak bir gülücükte
İstanbul
Fotoğraf, 1995 yılında, İstanbul’da, arkadaşlar tarafından çekilmişti. Büyük bir parkta yer alan bu dev heykel, ressam, ozan ve çizer Abidin Dino’nun heykelinden başkası değildi. Göz kırpıyordu tarihe, çünkü dünyanın bütün başkentlerine insanca yaşama özlemini götüren Nazım Hikmet’in arkadaşı, 1952 yılından beri Paris’te yaşıyordu. Dizlerinden biri aşınmış, çünkü parka gelen çocuklar onun üstünde oturmaya bayılıyorlar. Yazar, yirmi yıl önce tanımıştı Abidin’i Güzin’le beraber. Ölümünden sonra, yapıtlarının sergilendiği Vieille du Temple galerisinde Güzin’le buluşup, Abidin’e armağan kitabının sunumu, onun son kez çizdiği krokileri ve Villejuif hastanesinde yaptığı mizah ve muziplik dolu desenlerini konuştular. Yazar, Autres Temps yayınlarında yeni bir yazı dizisi başlatmış olmaktan da gurur duymaktaydı. Büyük ressam; meraklı, inanmış kişiliğiyle, Türk kültürünün Fransa’daki gerçek büyükelçiliği görevini üstlenmişti. Daha sonra, yazar, Véronique Estel ve Pierre Dieghi ile birlikte, Antraigues’de, Jean Ferrat’nın köyüne bakan St-Roch kilisesinin avlusunda, Jean Ferrat’nın da dinleyiciler arasında olduğu bir gösteri düzenlediler Nazım’ın onuruna. Abidin Dino da katılmıştı bu anma gününe, Nazım’dan şiirler ve mektuplar okudu bize.
Türkiye, bu genç ulus, evrensel kültüre katkı bağlamında, iki anakara arasında hep bir köprü görevi yaptı. Bu satırların yazıncısı, 1970 yılında, bu ülkeye yaptığı unutulmaz yolculuğundan beri, Türk halkıyla dostluğunu sürdürüyor. Özellikle, 20. yüzyılın en büyük ozanlarından birinin, düşüncelerinden dolayı tutuklu kaldığı Bursa cezaevini ziyareti sırasında duyduğu heyecan, hep canlı duruyor belleğinde. Bugün, kitapları özgürce dolaşıyor Türkiye’de, saygınlığının geri verileceğinden ve yurttaşlık hakkını yeniden kazanacağından söz ediliyor. Abidin, İstanbul Boğazı’nın karşısına gömülü ve resimleri nerdeyse her kitapçıda, kartpostal olarak satılıyor. Bu iki halk kahramanı için, iyi bir “rövanş” sayılmaz mı?
Efes
Kırık dökük kemerler arasında
dor tarzı sütunlar
darmadağın mermer yığınları
gelincikler ortasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Bir uğultu yükseliyor Agora’dan
peş peşe buyruklar duyuyorum yıkıntılardan
Odéon sakinlerinden
Şanzelize’ye iniyorum
önce dudaklarımı daldırıyorum buzlu suya
sonra yüzümü ve ellerimi
en son yanaklarımı yıkıyorum
Trajan çeşmesinde
yürüyorum Efes sokaklarında
Sütun başlıklarına bakıyorum
Merkür kapısında bekleyen
Artemis’in gözüyle
yaşadıklarını düşünüyorum kentin
başına gelenleri
bu düşünce kentinin
yitip gidişini yavaş yavaş
taş katmanına dönüşümünü
kuma gömülüşünü ağır ağır
denizin çekilişinden sonra
Burada güç, bilgelik ve güzellik
sağlam bir dünya kurmuşlar birlikte
kurşun mühürlü genelevin
namuslu rahibeleri
bilge sokak kızları
kendileri seçiyorlar efendilerini
Güneşle evli bu kırılgan dünyanın
ışıltılı yüzünde
dev bir kitaplık
nakışlı perdelerin arkasında
Efes uyukluyor
derin uykusundan çalarak
dikenli otlar arasında
yürüyorum Efes sokaklarında
Deniz biraz uzakta
yitik bir cennet boş vapurlar
Uyuyor Efes
kilden ve gölgeden
mermerden ve rüzgardan giysisiyle
çamların arasında
biraz biraz daha yaklaşınca
kan karışıyor yaşama sevincine
mermer damarlarında
Yaban gülleri sarmış Efes’i
gecenin örgüsüyle
mor kürküyle
ve kayan yıldızlarıyla
yürüyorum Efes sokaklarında
Binlerce yıl geçtik buradan
parmak uçlarında
yeniden işleyerek bakırı
döverek demiri ve ateşi
ve yeşerterek buğdayı
Buradan boy attık
kısa süren bir düşün ardından
kumlara gömüldük sonunda
Ve şimdi uzakta denizin üstünde
yelken açtı ölümsüzlük
kenevir dallarıyla süslü
yelken açtı uzaklara
asla dönmemek üzere
Yürüdüm Efes sokaklarında
saygıyla
Bodrum
Ak evler kutu kutu
dayamışlar sırtlarını tepelere
tıkış tıkış alt alta üst üste
ve Kos adası denizin ötesinde
parıldıyor su kuşların gümüş kanatlarında
kumsalı içiyor gecede
saf altın saydamlığında
Uçuşan ateşböcekleri aydınlatıyor Bodrum’u
sonra sessizce sıvışıyorlar adaya doğru
Zamanın sınırları yok artık
namuslu orospular
ışığın köleleri
nikah kıyıyorlar geceyle
solgun ışıklar da sönüyor
kutu kutu evlerde
yüksek tepelere
denizin dalgaları
kumsalı dövüyorlar
ağır ağır küçük mavi adımlarla
Bilir misiniz ki her akşam
yatağımın üstünde
taze çiçeklerden çelenkler
odamı süslüyorlar,
bilir misiniz ki Türkiye’de
dostlarımız var?
Binlerce insan
al al bayrak açtılar
İstanbul’da ve Ankara’da.
Bilir misiniz ki Türkiye’de
sokaklara indi insanlar
laiklik ve demokrasi adına?
Bilir misiniz ki Türkiye’de
milyonlarca dostum var ?
Ortakent, Bodrum, Gümüşlük, Nisan 2007.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Çok güzel bir yazı.teşekkürler. Şahver K.
YanıtlaSilİlk baskısı tükeneli çok oldu. İkincisini soruyor şiirseverler. bazı düzeltmelerle ikinci baskısı olası mı? Çevirmeni:Ali Demir.
YanıtlaSil