TÜRKÇENİN
MÜZİĞİNE İLİŞKİN BAZI SAPTAMALAR
Ali Z.
Demir
Ünlüleri çok olan dillerden biri Türkçe.
“Vokalik” bir dil diyor Fransızlar buna. Ünlü-ünsüz uyumları daha müziksel bir
tını katıyor ona. Böyle olunca da, salt Türkçe sözcüklerden oluşan bir metnin,
bir şiirin sesletimi; vurgusu ve ezgisiyle kulağa çok hoş geliyor. Biz, sürekli
duyduğumuz, kanıksadığımız için bunun ayırtına varamıyoruz belki. Sözünü
ettiğim, Türkçe sözcüklerden oluşan bir metnin sesletimi ya da konuşucunun
söyledikleri. Ancak, aynı dil, başka dillerden ödünçlenen sözcük ve
tamlamalarla tam bir “çorba” dile, bir tür “kakafoniye” de dönüşebiliyor.
Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Latince, Yunanca gibi dillerden alınan
sözcüklerle örülü bir Türkçenin ne güzelliği kalıyor ne uyumu ne de müzikliği.
Türkçenin, kendi içindeki tutarlılığı bir
yana, oldukça da “tutucu” bir dil olduğunu söylemek de olası. Farsçanın, Arapçanın,
Fransızcanın, 1950’lerden sonra da İngilizcenin kuşatmalarına, birtakım
yöneticilerin ve okumuşların tüm değerbilmezliklerine karşın, halkın ve
bilinçli aydınların çabalarıyla ayakta kalması, varlığını sürdürmesi, bir ulus
dili olma niteliğini koruması, biraz da buna bağlı olsa gerek. Konuya ilişkin
birkaç gözlemimi paylaşmak istiyorum.
1981-1985 yılları arasında, Fransa’nın
Nancy II Üniversitesi’nde, “Uygulamalı Dilbilim” alanında doktora çalışması
yapıyorum. Doktora hazırlık derslerinden biri de “Uygulamalı Sesbilim”. Dersin
sorumlusu ve sesbilim işliği müdürü
Profesör Ferdinand Carton, İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı
Bölümünden değerli öğretim üyesi Berke Vardar’la tanışıyor. Türkçeye ilişkin okuduğu
ya da duyduğu bazı kuramsal bilgiler kendisini doyurmamış olacak ki, ilerlemiş
yaşına karşın, bu alanda doktora çalışması yapacak bir Türk öğrenci arıyor.
Lisans ve yüksek lisans derslerinde, dönüp dolaşıp Türkçeden, Türkçenin sesçil
yapısından, ünlü-ünsüz uyumlarından örnekler veriyor. Verdiği örneklerin doğru
ya da yanlış olup olmadıklarını da bana soruyor. Alanın uzmanı olmadığım için;
onay verdiklerimden, söylediklerimden kuşkulanmaya, dahası utanmaya başlıyorum.
Fransızca öğretmeniyim, Fransızcanın birtakım dilbilimsel özelliklerini
biliyorum da, Türkçeye ilişkin bilgilerim çok sınırlı. Nasıl olsa anadilim,
edinip gitmişim farkında olmadan. Türkçe Dilbilgisi derslerinde de dilin
kullanımından, işleyişinden çok, ezbere dayalı dil bilgileri verilmiş hep. Bir
öğrenci, kendi dilinin sınavında kopya çeker mi hiç?…
Bir gün,M. Carton, ders sonrasında çalışma
odasına çağırıp, üç ay sonra vereceğim seminerin konusunun “Türkçenin Ses
Yapısı” olacağını; Nancy Üniversitesinde yeterli kaynak bulamazsam, Strasbourg
ve Paris Üniversiteleri ile Ulusal Kütüphanede yapacağım araştırmalarla ilgili
her türlü giderlerin üniversite tarafından karşılanacağını, seminere öğrencilerin
dışında öğretim üyelerinin ve yardımcılarının da katılacağını, konunun birçok
araştırmacıyı ilgilendirdiğini söylüyor. Türkçenin sesbilgisi konusunda doktora
çalışması yapmadığım için de biraz kırgın davranıyor sanki. Paçalarım tutuşuyor
elbette. Her şey bir yana, anadilime ilişkin söyleyeceklerimin doğru ve
doyurucu olması gerekiyor becerebildiğimce. Sırada başka dersler, başka
seminerler, bir de hazırlık tezinin yazımı tasarısı var. Okudukça yeni
okumalar, araştırdıkça yeni araştırmalar birbirini kovalıyor. Uykularım kaçıyor
iyiden. Pişman oluyorum ya da ediliyorum bu konuyu tez konusu olarak seçmediğime…
Kış dinlencesinden yararlanarak Paris’e
gidiyorum. Louis Bazin ve Alfred Morer’in “Türkçe Dilbilgisi” kitaplarını, Doğu
Dilleri ve Ekinleri Ulusal Enstitüsü’ndeki (INALCO) makaleleri inceliyorum
elimden geldiğince, zamanım elverdiğince. Söz konusu yapıtlardaki
yaklaşımların, kuralların ya da örneklemelerin yarı Türkçe, yarı Osmanlıca
olduklarını, bu tür örnekler ve çıkarımlarla sağlıklı bir Türkçe sesbilim, sesbilgisi,
dilbilim, dilbilgisi, vb. çalışmalarının yapılamayacağı sonucuna varıyorum
kendimce. Türkiye’den getirttiğim Doğan Aksan, Ömer Demircan ve Nevi Selen’in
kitapları daha doyurucu geliyor diğerleri yanında.
Paris dönüşü, Nancy Üniversitesinin elektronik
kayıt ve çözümleme araçlarıyla donatılmış sesbilim işliğinde, Türkçenin ses yapısına
ilişkin birtakım deneysel çalışmalar yapıyoruz M. Carton’un yardımcısı Philippe
Deschamps’la. Örneğin; biri salt Türkçe sözcüklerden, diğeri ise Osmanlıca sözcükler
ağırlıklı iki metin hazırlıyorum sesbilim çözümlemelerini yapmak için. Ben, önümüzdeki sesalıcısına metinleri
okurken, Philppe de, karşımızdaki bilgisayarın ekranında seslerin dalga
boylarını ve genişliklerini izliyor, yazıcıdan aldığı çıktıları inceliyor.
Türkçe bilmediği halde, kısa süre içinde, hangi sözcüklerin Türkçe,
hangilerinin “yabancı” olduklarını sezinlemeye, ekrandaki dalga boylarına
bakarak tepki vermeye başlıyor. Sonuçlar, nerdeyse birbirini olumsuzlayacak
denli ilginç çıkıyor. Çok kaba bir benzetmeyle, Türkçe sözcüklerden oluşan
metindeki seslerin bilgisayardaki görüntüleri sağlıklı bir bireyin yürek grafiklerinin
görüntülerini andırırken, Osmanlıca metnin çözümü de, daha çok, yürek
çarpıntısı geçirmekte olan bir hastanınkini imliyordu.
Konuşmamı Fazıl Hüsnü Dağlarca ile
öğretmenim Tahsin Saraç’tan aldığım iki Türkçe şiir ve Nedim’den aldığım bir
Osmanlıca şiirle bitiriyorum. Seminere katılanlar, neyin Türkçe, neyin Türkçe
olmadığını anlamakta zorluk çekmiyorlar kuşkusuz. Seminer sonunda, M. Carton, kendi
saptamalarını yaparken, Türkçenin, (Öz Türkçenin) yapısıyla, sesletimiyle,
ünlü-ünsüz uyumuyla, vurgusu, ezgisiyle ne denli ilginç, ne denli “müzikal” bir
dil olduğunu, bu çerçevede yapılacak çalışmalardan, dilbilim adına çok önemli
sonuçlar ve uygulamalar elde edilebileceğini vurguluyor. Doktora tez konusu
arayışında olan Nebahat Açıktan’la tanıştırıyorum kendisini.
Öğrenciliğim ve öğretmenliğim sırasında,
Fransızcanın çok güzel, çok “melodik” bir dil olduğunu sıklıkla duyardık da,
kimse Türkçe için aynı şeyleri söylemezdi nedense. Daha sonraki yıllarda,
birtakım yurtdışı deneyimlerimde, Türkçe gündeme geldiğinde, Türkçe bir şiir,
bir türkü söylendiğinde, benzer şeyleri yabancılardan, özellikle de Fransızlardan
duymak çok hoşuma giderdi. Ne söylediğini anlamasalar da, Ruhi Su’nun sesini duymaktan, Genco Erkal’ın ağzından Nazım
Hikmet ve diğer ozanlarımızın şiirlerin Türkçe dinlemekten büyük tat aldıklarına
tanık oldum. Salt bu nedenlerle Türkçe öğrenmek isteyenlerle karşılaştım. Sabahattin
Eyuboğlu’nun “ Şiirle Fransızca” denemesinden yararlanarak, bir tür “Şiirle Türkçe”
yaklaşımı yolunu izleyerek. Zaman zaman tökezlesem de, mutluluk duydum hep Türkçeyi
yabancılara öğretmekten. Daha da önemlisi, Türkçeyi daha çok sevmeme, dilimi
daha özenli kullanmama, dil bilincimi pekiştirmeye kaynaklık etti bu
uğraşılarım.
Bir dili güzel konuşmanın, güzel
seslendirmenin ne denli önemli olduğunu başta öğretmenler ve öğrenciler olmak
üzere, sesle iş yapan, toplum karşısında konuşan, belli bir dil bilinci olan
herkes çok iyi bilir kuşkusuz. Ancak, ne yazık ki, bu bize erken yaşlarda,
evde, okulda ve çevrede, gerektiği gibi öğretilmedi, öğretilmiyor. Hele hele,
basın-yayın organları ve iletişim ağının bu denli geliştiği, yaygınlaştığı
iletişim çağında, başta televizyonlar olmak üzere, bir çok yönden, tam bir bildirişim
fırtınası altında olmamız; yalnız sözcük, kavram ve terim düzeyinde değil, aynı
zamanda yanlış sesletim, vurgu ve tonlama düzeylerinde de, çarpık kullanımlara
sürüklüyor toplumumuzu. Sokakların dilinden başlayarak, Türkçeyi dışlama
sapkınlığı, televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları, internet
aracılığıyla evlerimize, odalarımıza dek giriyor; çocuğu, genci ve yaşlısıyla
tüm toplumumuzu kuşatıyor. Her gün, televizyonları kullanan sorumluluk
düzeyindeki siyasetçiler, konuşucular ve sunucuların, küreselleşmenin bu
“bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” anlayışsına “dur” demeleri gerekirken,
dil kullanımı ve sesletiminde büyük bir aymazlık içindeler. Öyle ya, yaşam
biçimi ve yönetim anlayışında Osmanlıya benzemek çabasında olanların, dil
kullanımlarında da farklı bir tutum içinde olmaları beklenemez elbette. Cami
imamlarının konuşmalarını andıran son hece vurgulu Türkçe ya da
Amerikan-İngiliz aksanlı dil
kullanımlarıyla yatıp kalkıyoruz her
gün. anlatımlar.Üstelik, “ileri demokrasiyi” ağızlarından düşürmeyenler,
istedikleri her şeyi, istedikleri gibi asıp, kesip, doğrayıp “millet adına” halka
sunarken, dilimizin de kendi payına düşeni alması, gerçek bir karmaşanın içine
sürüklenmesi kaçınılmaz görünmektedir. “Her şeyi ben bilirim. Dilim var
konuşurum. İstediğim kelime ve tertipleri seçer, istediğim manaları yükler,
istediğim yerlere millet adına nokta koyar; söve söve, döve döve de millete
yuttururum. Kim karışabilir bana?...”.
Gerçekten de, cumhuriyetimizin ilk
evrelerini, Atatürk’ün ve onun izinde gidenlerin dil duyarlılıklarını bir yana
bırakırsak, toplumun genelinde Türkçe-Osmanlıca, hatta
Arapça-Fransızca-İngilizce-Arapça ikileminden, üçleminden ya da dörtleminden kurtulamadık
bir türlü. Türkçeyi yadsırken, dışlarken, diğer dilleri göklere çıkardık,
kutsadık nerdeyse. Aydınlanmanın A’sından haberi olmayanlar, Türkçe ezanla alay
edip, Arapçayı Tanrı dili sayarken, bunun üzerinden siyaset yapmaktan
utanmadılar ne yazık ki!...Şimdilerde de, becerebilirlerse eğer, yeni
eğitim-öğretim izlenceleriyle iyiden Arapçalaştırmak istiyorlar dilimizi, dinimizi,
bilincimizi ve toplumumuzu. Tarih hiç yaşanmadı sanki!...
Ülkemizin birliği, dirliği ve esenliği
için dilimizi önemsememiz, kendimizle ve toplumumuzla barışık olabilmek için
ona sıkı sıkıya sarılmamız, yücelmek için öncelikle onu yüceltmemiz kaçınılmaz
görünmektedir. Unutmamak gerekir ki, bir dil konuşucularının ağzında korunur,
gelişir, güzelleşir ya da bozulur, güdük kalır, çirkinleşir ve ölüp gider.
Dünden bugüne kalan en temel öğretilerden biri de bu olsa gerek…